15 Mayıs 2024 Çarşamba
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yeni oluşan edebiyatın unuttuğu

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

Bugünün dünyası hayatımıza “yeni söz”ü taşıdı. Yazılı toplumlar sözden hiç kopamadığı gibi; zamanın ruhunu yansıtan her bakışı/duyuşu yeni sözlerle karşıladı. Öyle ki; zamanın ruhu dediğimiz, dönemin toplu ruh hali/bakışı/düşünüşü/yaşayışıdır.
İşte “dönem” yazarı da insana/topluma oradan, onlarla bakmayı yeğler.
Aykırı, sıradışı olanla sıradanın iç içeliği/birlikteliğini ayrıştırmak yerine, görüneni olduğu gibi yansıtmayı yeğler.
Özellikle edebiyatımızda 1950’lere gelindiğinde bu bakışın egemen olduğunu gözleriz.
Birey, henüz varoluşu/düşünüşüyle anlatıda biçimleyici öğe değildir.
Yazar (romancı/öykücü) anonimleşeni anlatır. Bu bağlamda şiirin “öncül ses” olması düzyazıdan öncedir.
“Garip Şiiri”nin aykırı ses olarak algılanması bundan; “yeni insan”a yüzünü dönmesi, şiiri anonimleşmekten kurtarması böylesi bir çıkışın yansımasıdır.
Italo Calvino’nun deyimiyle, yaşamın ve toplumun halini/durumunu “hammadde” olarak anlatmak. Yani neyi/nasıl yaşıyor, hissediyorsa öyle göstermek... Dil ve biçim, söylem kaygısı gütmeden, “mesele”yi öne almak...
Buna belgesel-tanıklık da diyebiliriz... Örneğin Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Reşat Enis, Sadri Ertem anlatıcılığının çıkış noktası tamamen böyledir.
Yansıtılan gerçeklikler toplumdaki çelişki/çatışkılar, ana sorunlardır. Yer yer insan davranışlarına değinilmesi, onların eylem içindeki hallerini göstermeyi amaçlar.
“Ben” ve “öteki ben” gerçekliğinin “insan” odaklı anlatılarda kendini göstermeye başlaması anlatıcıların kentteki insana/bireye dönmesiyle başlar.
Sait Faik Abasıyanık’ın anlatıcılığı işte bu noktada önem kazanır. Onun kısa anlatıları giderek kentin “flanör”/ “aylak”/”uzlaşmaz”/ “lüzumsuz” insanının topografyasını getirir bize.
Ötede Kemal Bilbaşar’ın “Denizin Çağırışı” (1941) romanı “birey” in anlatımına varoluşsal durumunu yansıtmaya kapı aralar.
Kahraman kendi içsesi, varoluşsal gerçekliğiyle bir anlatıya girer; anlatım süresince o sesi çoğullaştırarak “ben” ile “öteki ben”in varlığını derinden hissettirir.
Yaşanan zamanla bireyin içsel zamanını ustalıkla buluşturur Bilbaşar bu romanında.
O ses/bakış bugün Hasan Ali Toptaş anlatısının kuruluşunun ivme noktasıdır.
“Yeni insan”ı anlatıyorsan anonimleşmekten kaçınman gerekiyor. Orada “tipik” olanı seçerken de kendi olandan başlamalı anlatmaya. Hatırlayalım; Lermontov “Zamanımızın Bir Kahramanı” romanında dönem Rusyası’nın “yeni insan”ını, yani “tipik” olanı anlatıyordu. Onun sesi yeniydi, aykırılığı da tümden bu sese bürünerek veriliyordu.
İşte bu bakış yeni dönem anlatıcısının oluşan yeni sözel kültür ikliminden çıkıp gelmesini sağlayabilecektir. Öyle ki; öteden beri “merkez”de kurulagelen edebiyatın kılcal damarları yerel bellekten beslendiği gibi, öte dünyaların/kültürlerin gerçekliğinden de etkilenerek kendi özgün sesini yaratacaktır.
Geçmişte, Cumhuriyet’le kurulan “yeni edebiyat”ın kan dolaşımı bu etkilerle filizleniyordu. Öyle ki; “erken Cumhuriyetçi” kuşak bunun önünü açtığı gibi, yol/yordamını da getiriyordu.
Bu anlamda oluşan birikimi dil ve estetik açıdan eleyip karalamak yerine nasıl bir “kurucu birikim” olduğuna bakmak gerekir.
Yeterince anlamamak/irdelememek, hatta bugün okumamak o sözden yazıya geçiş süreçlerinin taşıyıcılarını bilememek...
Örneğin; Memduh Şevket Esendal (1883-1952) ile Abdülhak Şinasi Hisar’ı (1887-1963) veya Mithat Cemal Kuntay (1885-1956) ile Nahid Sırrı Örik’i (1895-1960) bu “yeni edebiyat”ın kurucuları dışında düşünmek mümkün değil. Ancak, bu “miras”a sahip çıkarak, anlayarak, irdeleyerek, buluşturarak “yeni edebiyat”ın ne söylediğine bakarak, getirdiği açılımları kavrayabiliriz.
Sanırım yeni sözel dünyanın birikimine de bu pencereden bakarak, oluşabilecek bir geleneği kurabiliriz.
Ötede, Latin Amerika’da Marquez’in bir yanıyla Borges’ten diğer yanıyla da Faulkner’den etkilenerek kendi sözel dünyasını nasıl kurulabileceğini öğrenmesini yabana atmamak gerekir.
Özcesi, “yeni”yi kurarken unutmadan yol almak... Kaçınılmaz olan da bu!

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları