15 Mayıs 2024 Çarşamba
İstanbul 18°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yüksek öğretim ve kalite (2)

Erkan Rehber

Erkan Rehber

Eski Yazar

A+ A-

Yüksek öğretimde kalite konusuna, akademik yükselmede yabancı dilde yayın yapma zorunluluğu ile devam edelim. Türkiye açısından bakıldığında, bu dergi uygulamasının önemli sakıncalarından birisi de son 30-35 yıldır ulusal bilgi stokunun oluşmasının engellenmiş olmasıdır. Daha önceki dönemlerde, doçentlik ve profesörlük çalışmaları yapılır ve kesinlikle özgün olması gereken bu eserler de yayınlanırdı. Yeni anlayışla, ders kitabı veya bilimsel kitap yayınlama da önemini yitirdiğinden, bu konuda da önemli bir açık doğmuştur.
Dergilerde makale yayınlama doktora aşamasına kadar inince, çağdaş akademik bilgileri öğrenme ihmal edilir olmuştur. Bu noktada, şu soruyu somamız gerekir. Bilim ve teknoloji alanında dünyadaki en son gelişmeleri bilmeden, bilim ve teknolojiye katkı nasıl yapılabilir. Bu gerçek kabul edilirse, hiç kimseye bir yarar ve katkısı olamayan sözde uluslararası yayın yapma yerine, en son gelişmeleri yansıtan Türkçe kaynaklar kazandırmanın, kalite üretmeye daha çok katkıda bulunacağını düşünmekteyim. Bu konuda, geçmişte kaliteye katkısı kesin olarak ispatlanmış, Doçentlik ve Profesörlük tezi hazırlama ve bunların yayınlanması sistemi neden düşünülmesin.
Kuşkusuz akademik yükselme, sadece yayın konusu ile sınırlı değildir. Doktora çalışması için yeterli bir lisansüstü eğitimden sonra tez öncesi ve sonrası sınavdan geçen elemanlar için, daha sonra bilim sınavı yapılması biraz trajikomik değil mi? Doktorasını tamamlayan bir eleman, yardımcı doçent olabiliyor. Bu eleman bölüm başkanı olabiliyor, dekanlık ve rektörlük düzeyinde (danışmalık gibi) idari görevler yapabiliyor ve ayrıca bir öğretim elemanı olarak yıllarca öğrenci yetiştiriyor. Sonra doçent olmak isteyince, örneğin “eserler tamam, bilimsel olarak yetersiz” sonucunu veren bir durumla karşılaşabiliyor. Bu uygulama doğruysa, bilimsel olarak yetersiz olan bir elemanın yıllarca, sıralanan bu görevleri yerine nasıl getirdiği gibi bir çelişki ortaya çıkmıyor mu?
Akademik yükselme konusunda en önemli sorunlardan birisi de, asistan olarak akademik kadroya atanan bir elemanın mutlaka Profesör olarak emekli olabileceği bir sistemin hâkim olmasıdır. Bunun önemli sakıncaları birçok örnekle ortaya çıkmıştır. Bir bölümde eğitim ve araştırma yüküne göre olağanüstü sayıda profesör olması oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Daha da olumsuzu, Profesörlük unvanını alan bir eleman için geri kalan 20-25 yılı için kendini yorması için bir zorunluluk yoktur. Bu gerçek dururken biz 72 yaş sınırını bile esnettik.
Hepsinden önemlisi de bu akademik yükselme sisteminin kapalı işlemesidir. Yani, şiddetle öğretim elemanı gereksinimi olan ücra bir yerdeki bir üniversite bölümü düşünelim. Her bakımdan üstün özelliklere sahip bir adayın, söz konusu üniversite idari yönetiminin icazeti olmadan orada görev alma olanağı var mıdır? Bu belki de mevcut yönetimleri de zorlayan en önemli sorundur. Akademik yükselme ilanlarında sadece kişilerin adı yazılı değildir. Atanacak kişiler bellidir. Hatırladığım kadarı ile bir üniversite yanlışlıkla da olsa gerçeği gizlememiş bu yönüyle de eleştiri ve idari soruşturmaya uğramıştır. Dünyada nasıl bir sistem uygulanması gerektiğinin örnekleri vardır. Türkiye özelinde dikkate alındığında, üniversitede akademik yükselme olanağı bulamayan elemanlara, pek ala diğer kamu kurumlarında istihdam olanağı yaratılma gibi bir çözüm bulunabilir. Bu kuralın etkin çalışmayan profesörde dâhil her eleman için geçerli olması gerekir.
Mevcut sistem içinde, üniversitelerde bir yönetici sınıfının ortaya çıkmasının, akademik gelişme ve kalite açısından sakıncalarının da altını çizelim. Çok başarılı bir akademik kariyere sahip akademik personelden, alanına katkı yapması ve yeni elemanlar yetiştirmesi beklenirken, bakıyorsunuz o kişi idareci oluyor. Bu da kaliteyi çok olumsuz etkileyen önemli bir sorun haline gelmektedir. Kuşkusuz bunun maddi ve sosyal nedenleri vardır. Batıdaki yüksek öğretimini yakından gözleme olanağı olan meslektaşlar bu durumu çok iyi bilir. Bir akademisyenin idareci olmak istemediği durumlar yaygındır.
Bu arada ek ders ücreti uygulamasına da değinmek gerekir. Rastgele örnekleme yapılabilir. Bir öğretim üyesinin hele bir de ikinci öğretim söz konusu ise, aylık ders yükü bir sorgulansın. Bırakın bilim üretecek araştırma yapmayı, topluma ışık tutma vb. akademik etkinlikleri, bu kadar ders saatini etkin bir şekilde yerine getirildiği iddiası bile akla ziyan olabilir.
Bu işleyişten kalite çıkar mı? Sorusunu soralım. Eğer sonuç hayır veya çok zorsa, o zaman kalite ölçme işine başlamadan enerjimizi kalite yaratmaya yoğunlaştıralım derim.