16 Mayıs 2024 Perşembe
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Zamane düşleri düş zamanları

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

Sinema tutkumla ne anlama gelebildiğini daha iyi kavradığım bir şeydi para.
Henüz ortaokula yeni başlamıştım.
Bana kentimin sinemalarını keşfettirecek okuldaki haftalık film gösterimlerinin müdavimi olmuştum çoktan.
Taşradaki bize film izlemenin yolunu açan, sinemanın o büyülü dünyasıyla buluşmamıza neden olan kişi, “meraklı” ve vizyon sahibi bir öğretmendi. Okulumuzun yakınındaki yapı-sanat eğitimi veren meslek lisesinin bu tutkulu öğretmeni, okuldaki bir sinema makinesini elden geçirmişti ve her Çarşamba öğleden sonrası öğrencilerine film gösterimi yapıyordu.
Numaralandırılmış sandalyelerle sinema düzenine göre hazırlanmış küçük salondaki beyaz perde bizlerin cıvıltılarıyla filme hazırdı.
Küçük koçanlı makbuzlardan kesilen numaralı “bilet” için ödeyeceğimiz para sıkı sıkı avucumuzda sırada beklerdik. Numaralı sandalyelerde yerimizi alana kadar o telaş sürerdi.
Okul harçlığı, sinema parası gibi kavramlarla ilk tanışma mevsiminin ardından; yaz tatillerinde başlayan “çalışma hayatı”m ise gene parayla beni buluşturacaktı.
Dört tekerlekli bir işporta arabasıyla (ki, çoğunluk buna “işporta tablası” diyordu) sabahları erkence sebze meyve halinin yolunu tutar, orada babamın bağlantı kurduğu kabzımala uğrar, mevsimi gelen iri çavuş üzümlerinden iki kasa (biri siyah biri beyaz) üzüm, domates, salatalık alır; ardından fırına uğrar ekmek, yanındaki peynirciden birkaç dilim peynir alır Et Kombinası’nın yolunu tutardım.
Kuşluk vaktidir.
Dağlardaki otlaklardan kesim için gelen koyun celepleri, tosun sürüleri başlarında çobanlarıyla mezbahaya verilmek üzere tartım ve kayıt işlemlerini beklerlerdi. Bazen bu bekleyişleri günleri bulurdu.
İşte o bekleyen çobanlara “nevale” yetiştirmek için her sabah oradaydım bu dört bisiklet tekerli “tabla”mla.
Bu iş için aldığım her şeyin kaça satılacağını babam bir deftere yazıp, adeta kerrat cetveli gibi bir çizelge çıkararak bana bir bakıma rakamların dilini öğretmişti. Ötede ise, 13-14 yaşındaki bir çocuğun bu sayede küçük bir ekonomi-politik hesabı yapmasına alan açıyordu: alınan, satılan, aradaki fark ve gelir gider. Bir eşitlemede ise “kâr”. Bunun ne anlama geldiğinin göstergesi ise elde edilen para. Yani sermaye ve kazanç ilişkisi...
Para dendi mi karşıma sayılar, rakamlar çıkıyordu. Yeni bir dil öğrenmek gibiydi bu da bana.
Beni sinemanın dilini öğrenmeye taşıyan da biraz bu değil miydi diye sorardım kendime ara ara.
Öyle ki; kentimin dört sinemasının kapılarını keşfeden; gideceğim her bir film için yetmeyen o harçlığım; beni annemin mutfakta, bazı tencerelerin raf örtülerinin gizliliklerine “dar gün için” sakladığı paraları keşfe yöneltmişti.
Masum biçimde o saklılıktaki parayı alır, sinemaya gider, bilet parasını ödedikten sonra kalanını da getirip yerine koyardım.
Kendimi biraz suçlu hissetsem de; bir “para hırsızı” gibi görmezdim! Çünkü her hafta iki film izlemek için para istemek doğru gelmiyordu bana.
Paranın hayatımdaki yeri ve anlamı ise çalışmaya başladığımda kendini gösterdi.
Verdiğim emeğin/zamanın karşılığı olarak alınan para; yaşamımı düzenliyordu. Ama çocuk aklımda “para oyunu”nu bir al-ver gibi düşünürdüm. Sinemanın yanı sıra artık kitaplar almaya da yönelmiştim. Çocukluğumun bu iki “önemli” gideri için para kazanmam gerekiyordu.
Zaman ve emek karşılığında aldığınızı, size gerekli olanları sağlayabilmek için başka ellere/yerlere veriyordunuz.
Bununla birlikte de hayatımıza bazı kavramlarla birlikte nesneler giriyordu.
Örneğin; kumbara... Babamın “tutumlu olmak için” kumbara; annemin ise “hebasını bilmek için” cüzdanla beni buluşturmaları da gene o erken yaşlardadır.
Hiçbir zaman hesap kitap adamı olmasam da; hesabını bilenimdir. Yani cüzdanım (dahası cüzdanlarım) hep olagelmiştir. Kâğıt ve bozuk paralar için ayrı ayrı... Birtakım kartlar için de öyle.
Evdeki kumbara alışkanlığım hâlâ sürmekte. Biriktiririm ama bir bankaya götürüp hesap açmak, para yatırmak için değil; “acil durum”larda gerekli olur diye!
Zaman zaman dilimize de yerleşen meteliğe kurşun atmak, mangır, keş, akçe, mangiz gibi kavramlara yenileri de eklenir oldu: teklik, bozukluk, bozdur bozdur harca, paragöz...
Bir “zenginlik” ölçüsü olan para, giderek yerini başka şeylere bırakıyor sanki!
Örneğin; banka kartları!
Oysa para, hele cüzdanında para taşımak bir güven, ötesi sizin yaşama ölçünüzdür de. Ben öyle görürüm.
Hani derler ya; ayağını yorganına göre uzat. Günümüzde ise, banka kartları çıkalı beri; para sanki değersizleşti, insanı da bir o kadar arsızlaştırdı. Bilmem siz ne dersiniz sevgili okurum?

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları