27 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Küçük burjuvazinin refahı

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Orta sınıfların yaşadığı işsizlik sendromu üzerine gelmiş geçmiş en iyi film, İranlı yönetmen Amir Naderi’nin 1993’te ABD’de çektiği, orijinal adı “Manhattan by Numbers” olan “Manhattan Manzaraları”dır. Ekonomik daralma nedeniyle işsiz kalan genç bir gazetecinin çaresizce çırpınışlarını anlatır film. Karısı, küçük kızlarıyla birlikte kendi ailesinin yanına gitmiştir ve George Murphy adlı kahramanımız eğer bir gün içinde 1200 dolar bulamazsa, oturdukları apartman dairesi de ellerinden çıkacaktır. Günlerce iş aramış, evdeki her şeyi satmış ama ilmeğin boğazını gittikçe daha da sıkmasını önleyememiştir. Borç aramaya başlar. Dostlarını ve onların tanıdıklarını yoklar, kapı kapı dolaşır. Kimileri atlatır George’u, kimilerinin de gerçekten parası yoktur. Her sosyo-ekonomik  düzeyden insanla yüz göz olduğu bu New York yolculuğunda çökmekte olan bir toplumla ve “Amerikan kabusu”yla çok yakından tanışır.

KAPİTALİZMİN DEMOKRASİSİ              

Sinemalarımızda bu hafta gösterime giren “İki Gün Bir Gece” (Deux jours, une nuit) adlı Belçika-Fransa-İtalya ortak yapımı film de Avrupalı orta sınıfların benzer kabusunu karşımıza çıkartıyor, sınıf atlamaya çalışan “çalışanlar”ın durumunun her an daha da kötüye gidebileceğini anlatıyor. Kısaca “Dardenne Kardeşler” diye bilinen Jean Pierre Dardenne ve Luc Dardenne’in yönettiği “İki Gün Bir Gece”nin kahramanı, bir süre önce depresyon geçirdiği için çalıştığı güneş paneli şirketinden izin almış, tedaviden sonra ise işsiz kalabileceğini öğrenmiş genç bir kadın olan Sandra. İki çocuğu ve kendisine her konuda çok yardımcı olan garson bir kocası var. Patron, diğer çalışanlara şöyle bir seçenek sunmuş: “Sandra olmadan da aynı işi yapabileceğimizi gördük. Ya onu tekrar işe alacağız ya da yıllık ikramiyenizden vazgeçeceksiniz. Aranızda oylama yapın, karar verin.”

İlk oylamada Sandra büyük çoğunlukla kaybetmiş, yalnızca iki arkadaşı onun işe geri dönmesi karşılığında 1000 avro tutarındaki ikramiyeden vazgeçmiş. Ancak, ustabaşının çalışanlara baskı yaptığı gerekçesiyle ikinci bir oylama söz konusu ve Sandra tek tek çalışma arkadaşlarının evine giderek, lehinde oy kullanmalarını istiyor. 16 kişilik bir oylama için Sandra’nın gittiği her evde bir başka gerçekle karşılaşıyoruz. Çoğu geçinebilmek için ikinci bir iş yapmak zorunda, o 1000 avroya gerçekten ihtiyaç duyuyor ve bunu açık açık dile getiriyor, kimisi de vicdani muhasebeye girişiyor. Sandra’nın da çalışmaya ve maaşını almaya ihtiyacı var, çünkü konut kredisiyle aldıkları yeni evlerinin taksitlerini başka türlü ödemeleri imkansız. Tekrar “toplu konut”a dönmek istemiyor.

TÜRK İŞÇİ NE DER?

İddialı olduğu Cannes 2014’te büyük ödülü Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu”na kaptıran “İki Gün Bir Gece”, işsizlik korkusunu ve kapitalizmin insanlık dışı demokrasi anlayışını çok iyi yansıtmakla birlikte klasik anlamda bir işçi sınıfı-emekçi öyküsü sunmuyor. Daha çok küçük burjuvazinin elde ettiği küçük çaplı refahtan vazgeçmemek için çabalamasını izliyoruz. Örneğin, bir Türk işçiye oranla villa tipi evi ve otomobilleriyle oldukça lüks bir yaşam sürdüğü bile söylenebilir Sandra’nın. Dünyada milyonlarca insan (ve işçi) başını sokacak gecekondu bile bulamazken, “toplu konut”ta oturmak istememek, Avrupalı bireyin şımarıklığı olarak da görülebilir pekala.

Sandra’yı sevmemek, kocasının ve bir arkadaşının zorlamasıyla da olsa giriştiği mücadeleyi takdir etmemek olanaksız. Fakat, diyelim ki Ken Loach filmleri dururken Dardenne Kardeşler’i işçi sınıfının “şairleri” olarak kabul etmek de fazlasıyla abartılı kaçıyor bana sorarsanız...