Başarıya giden dikenli yol: Susuz Yaz
Sinema tarihimizde uluslararası önemli film festivallerinde ödül alan birçok film, hem başarı öncesi hem de sonrasında bunun bedellerini ağır bir şekilde ödemiştir. Bu bedel ödemede filmlerin çekildiği dönemlerdeki siyasal iktidarların sinemaya bakışlarındaki bir dizi çekinceler/korkular/politik değerlendirmeler önemli bir rol oynamıştır. Bu filmlerin başında da ülkemize ilk kez uluslararası A tipi festivallerden biri olan Berlin Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanan Metin Erksan’ın yönetip Hülya Koçyiğit, Ulvi Doğan ve Erol Taş’ın oynadıkları “Susuz Yaz”, Şerif Gören’in yönetip Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan “Yol” ve birçok festivale giderek ödül kazanan Yılmaz Güney’in “Umut” filmleri gelir. Her üç film bir açıdan; hem bürokrasinin hem de filmi oluşturan kişiler arasında çıkan tartışmaların sonucu adeta elde ettikleri başarının bedelini öncesinde ve sonrasında yaşadıkları bir dizi olumsuzluklarla ödemek zorunda kalmışlardır. Bir de sözü edilen filmlerin tümü bu başarıya yurt içinden dışarıya yasal olmayan yollardan kaçırılarak ulaşabilme olanağını yakalamışlardır.
Örneğin Şerif Gören’in “Yol” filmin yurt dışına kaçırılarak Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Missing/Kayıp” filmiyle birlikte Altın Palmiye’yi kazanma serüveni, adeta film kadar ilgi çeken bir dizi serüvenlerin sonucu gerçekleşmiş, sonrasında da bu serüvenlerinin bedelini uzun bir süre sansürlenerek ödemek zorunda kalmıştır. Benzer bir yasaklanma “Umut” filmi için de geçerli olmuş, film uzun bir süre sansür engeline takıldığı için sinemaseverlerin karşısına çıkamamıştır.
Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filminin serüveni ise diğerlerinden biraz farklı ve de zamana yayılan bir uzunlukta olmuştur. Filmin çekim öncesinde başlayan aksilikler/anlaşmazlıklar filmin çekim sonrasında da devam etmiş, başarı kazanmasından sonra biteceği yerde daha da alevlenerek bir dizi istenmeyen ve de arzu edilmeyen bir yere taşınarak, Türkiye’de toplumsal içerikli bir film iken ABD’de bir seks filmi olmuştur.
Zamanı ve filmi başa sarıp geçmişe dönerek hem “Susuz Yaz”ın hem de günümüzde sık sık kullanılan “hiçbir başarı cezasız kalmaz” deyişine gönderme yaparak bu filmin serüvenden geriye kalanları bir kez daha anımsayalım. İbret olsun diye değil de bir zamanlar bir filmin ödül almasına giden yolun ne kadar taşlı olduğunun bir kez daha altını çizmek için.
“Susuz Yaz”ın Berlin’de Altın Ayı ödülünü kazanmasını bir yazar şöyle anlatır: “Habere önce kimse inanmadı. Çünkü inanılacak gibi değildi. Bir Türk filmi uluslararası bir film festivalinde, üstelik kendisinden -ilk bakışta- kat kat üstün görünen öbür ulusların filmleri arasından sıyrılsın ve herhangi bir armağanı değil de doğrudan doğruya büyük armağanı alsın. Bu, olsa olsa çok güzel bir rüya olur…”
Rüya gerçek olmasına olur ama… Bu gerçeğe giden yol ise şöyle başlar…. Sinemamızda bir dizi ayrıksı filmlerin yönetmeni olan Metin Erksan, çok yönlü bir sanatçı olan Necati Cumalı’nın avukatlığı sırasında tanıklık ettiği bir olaydan yola çıkarak yazdığı uzun hikayesi “Susuz Yaz”dan etkilenerek onu sinemaya aktarmak ister. Ancak Erksan bütün uğraşılarına rağmen bu eseri filme alacak hiçbir yapımcıyı bulmaz. Yapımcılar gerekçe olarak da melodramlar varken bu tür filme halk niye gitsin ki der. Erksan umutsuzluğa kapılarak filmi çekmekten vazgeçer gibi olur. Tam o sıralarda Avrupa’da tekstil mühendisi olarak çalışan Ulvi Doğan karşısına çıkar. Ve niye olmasın diyerek onunla hem oyuncu hem de yapımcı olarak anlaşma yapar. Ayrıca Hitit Film diye bir şirket kurulur. İkisi de bu filmden bol para kazanacakları umuduyla filme başlarlar. Ancak film çekim sırasında Erksan ile Doğan arasında anlaşmazlıklar başlar, filmi bitiminde ise bu anlaşmazlıklar kavgaya dönüşür. Gazete sayfalarında birbirlerini suçlar ve sonunda ayrılırlar. Bu ayrılıkta film Ulvi Doğan’da kalır. Doğan, tüm çalışmalarına rağmen iç pazarda şansı olmayan filmi o güne dek hiçbir yapımcının aklından geçmeyen bir düşünceyle Berlin Film Festivali’ne götürmek ister. Fakat bu, o yıllarda pek kolay bir şey değildir. Filmlerin dışarda gösterim izni alması için önce üç aşamalı sansürden geçmesi gerekir. Film ilk aşamada sansüre takılıp yurt dışında gösterilmesi yasaklanır. Ama Doğan kafasına koymuştur bir kere, ne olursa olsun Berlin Film Festivali’ne katılmak ister. Sonunda filmi yasal olmayan yollardan yurt dışına kaçırır. Ve sonrası büyük ödül.
Ancak ödül de filmin kötü yazgısını değiştirmez. Bu kez filmin Amerika serüveni başlar. Doğan biraz çaresizlikten birazın da ötesinde parasızlıktan ek sahneler çekerek toplumsal içerikli filmi seks filmi haline çevirir ve bir dizi farklı adlarla ABD gösterimini sağlar. Bu serüven Ulvi Doğan’ın bir ara sevgilisi olan Esmeralda Santiago tarafından dilimize “Türk Sevgili” adıyla çevrilen kitapta tüm ayrıntılarıyla yer alır. Burada filmin serüveni biter ama bu kez de Ulvi Doğan’ın serüveni başlar. Yakışıklı, çapkın ve de en pahalı giysilerle her ülkede -belki de her kentte- kendisine sevgililer bulan paylaşılmaz adam Ulvi Doğan sonunda yaşamının son günlerini Maltepe’deki resmi adı Sanatçılar Evi olan kimsesizler evinde geçirir. Ve orada kimselerin haberi olmadan yaşama veda eder. Öldüğü basından değil de, bir rastlantı sonucu kaldırım tezgahına düşmüş bir dosyanın içinde saklanmış birkaç sararmış film fotoğrafından ortaya çıkar. Ne diyelim; ilahi adalet….