Hep huylanan huysuz ihtiyar

Fredrik Backman’ın 2012’de İsveç’te yayımlanan, 2016’da da Türkiye’de “Hayata Röveşata Çeken Adam” gibi afili bir adla okurla buluşan romanından yapılan ikinci beyazperde uyarlaması, bugünden itibaren sinemalarımızda. Orijinal adı “En man som heter Ove” olan ve kısaca huysuz bir ihtiyarın hayatla ve mahallesindeki komşularıyla ilişkisini anlatan roman ilk kez 2015’te İsveç sinemasının bir örneği olarak Hannes Holm tarafından beyazperdeye aktarılmıştı. Hollywood’un altın kuralı bir kez daha işledi ve altyazı okumayı hiç sevmeyen Amerikalı seyirci için filmin İngilizce versiyonu da yapıldı. Getirtici şirket orijinal ada değil, romanın Türkçe adına sadık kalmış: “Hayata Röveşata Çeken Adam”.

DİĞERKÂMLIĞI ÖĞRENMEK

Tom Hanks gibi gişe garantisi olan iyice demlenmiş bir yıldızın başrole oturtulduğu filmde, karısının altı ay kadar önce kanser nedeniyle öldüğünü öğreneceğimiz, yalnız yaşayan yaşlı ve huysuz mu huysuz, düzen, tertip ve kural hastası bir adamın yaşamına dalıyoruz. İlk filmdeki Ove Lindahl bu kez Otto Anderson olmuş. Tam anlamıyla her şeyden huylanan, havadan nem kapan huysuz bir ihtiyar. Hayattaki tek amacı bir an önce karısına kavuşmak gibi görünüyor ve bu yüzden de sık sık intihar girişiminde bulunuyor. Oturduğu küçük mahalle-sitede her sabah teftişe çıkıyor, yanlış yere park edilen bisikletler, yanlış kutuya atılan çöpler, yanlış yerde gezdirilen köpekler nedeniyle komşularına kan kusturuyor. Evinin tam karşısına yeni taşınan, iki çocukları olan Amerikalı bir erkek ve karnında üçüncü çocuğunu taşıyan El Salvador göçmeni hamile bir kadından oluşan sevimli aile, Otto’nun yaşamında yeni sayfaların açılmasına yol açıyor. Sık sık geçmişe dönerek acısını diri tuttuğu karısının (“Ondan önce hiçbir şey yoktu ve ondan sonra da hiçbir şey olmadı”) mezarına her gün giderek çiçek bırakıyor, adeta ona günlük rapor veriyor ve yeni komşuları sayesinde giderek kedileri ve çocukları sevmeyi ve diğerkâmlığı öğreniyor.

AYNI DÜZLEMDE AYNI ANLATIM

Film boyunca seyircinin ruhuna işleyen ve finalde zirveye çıkan hüzün duygusu ile özellikle diyaloglara serpiştirilmiş mizahın başarıyla birleştiği, çok fazla hareket içermemekle ve hatta hareketsiz bir film olmakla beraber ilginç bir ritim içeren “Hayata Röveşata Çeken Adam”, beylik deyimle bir “sevgi filmi”. “Uçurtma Avcısı” (2007), James Bond macerası “Quantum of Solace” (2008), “Dünya Savaşı Z” gibi ses getiren filmlerin işbilir yönetmeni olarak tanınan Marc Foster, ardında Hannes Holm’un ilk filminin bulunmasını ve Tom Hanks’in varlığını avantaja çevirerek, yalnızca iyi bir iz sürücüsü gibi davranmış. Bazı ayrıntılar farklı olmakla birlikte aynı düzlemde ve aynı anlatımla ilerleyen bir film var karşımızda. Bu yeni filmin altyzazısında her nedense “Üstat ve Margarita” olarak çevrilen Bulgakov klasiği “Usta ile Margarita”nın oynadığı rolden, ilk filmdeki İranlı göçmen kadının bu kez El Salvadorlu olmasına, geçmişte İspanya’da çıkılan trajik tatilin bu kez Niagara Şelalesi’ne çevrilmesine, eşcinsel genç adam karakterinde epey bir değişiklik yapılmasına rağmen, Otto’nun öyküsü Ove’ninkiyle aynı iç buruculuğa ve aynı sona sahip.  Batı toplumlarının göçmenler ve eşcinseller gibi “dezavantajlı gruplarla” barıştığı ve “öteki”yle uyum gösterdiği takdirde kendini daha iyi hissedeceği gibi vurgular da aynen tekrarlanıyor. Bu açıdan tıpkı Otto’nun kurallara sıkı sıkıya bağlılığı gibi “Hayata Röveşata Çeken Adam”ın da Oscar adaylık kurallarına sıkı sıkıya bağlı olduğu söylenebilir. Filmde Otto’nun gençliğini canlandıran oyuncu Truman Hanks’in Tom Hanks’in oğlu olduğunu da belirtelim.

“Hayata Röveşata Çeken Adam”, sinema tarihindeki huysuz ihtiyar temalı filmler zincirine eklenen yeni ve pırıltılı bir halka.