'Türkçe edebiyat' mı? (1)

TÜRK ROMANI MI, TÜRKÇE ROMAN MI?

“Türkçe edebiyat” konusu 2000’lerin başında gene tartışma gündemindeydi. 08.12.2005 tarihinde Dünya Gazetesi’ndeki “Açılımlar” köşemde birazdan okuyacağınız yazıyı yazmıştım.

Konu gene gündeme gelince, oradan başlayarak yeniden yazmak istedim. Sanırım birkaç yazıda buna değineceğim.

***

Soruyu önce şöyle soralım dilerseniz: Türk romanı diye bir şey var mı; varsa neleri içerir içermelidir?

Heinrich Böll’ün “Gül ve Dinamit” adlı denemesini okurken, daha onun ilk tümcesinde aklıma böyle bir soru takıldı durdu.

Şöyle diyordu, Böll: “Hıristiyan romanı gibi bir şeyin olduğu düşüncesi duygulandırıcı, ama ne yazık ki sağlıklı bir düşünce değildir.” (*)

Bunun neden sağlıklı olamayacağını da açıklar, Böll. Sonuçta şunları ekler: “Hrristiyanca üslup diye bir şey yok Hıristiyan romanı diye bir şey yoktur; yazan Hıristiyanlar vardır sadece ve bir Hıristiyan sanatçı, çabasını ne çok üslup ve anlatım sorunu üstünde yoğunlaştırırsa, yapıtı o denli Hıristiyanca nitelik taşır.”

Bu, konunun bir boyutu. Soruyu Müslümanlık için de sorduğumuzda, doğrusallık değişmez.

Sorunun dilsel yanı gündeme geldiğinde iş değişiyor. Böll, bunu da şu sözleriyle açımlıyor: “Dil, yazarlara sunulmak üzere sayısız armağanları elinde tutan bir sevgili gibidir; yağmur ve güneştir dil, gül ve dinamittir, silah ve kardeştir ve ne kadar göze görünmese, ne kadar kulakla işitilmese de her sözcükte saklı yatan bir şey vardır: Ölüm. Yazılan ne varsa ölüme karşıdır.”

Yazarın elindeki dil, anlamlandırandır aynı zamanda. Ortaya koyduğu yaratısal yapıt dilsel (konuştuğu/yazdığı dilin) özelliklerini içerdiğine göre; bir adlandırma yapılacaksa eğer, ulus olma niteliğini belirten adla değil de, dil olma özelliğiyle nitelendirilmeli diye düşünüyorum.

Türk romanı yerine yazıldığı dille söylenilen “Türkçe roman” ifadesinin doğru olacağı kanısındayım!

Türk roman(c)ı ırk/ulus niteliğini belirtir. Türklere özgü, Türklükten söz eden bir roman yazdığı veya roman o özellikleri içerdiği için öylesine adlandırılmıyor.

Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Dirilişi” romanı ne kadar Türklükten söz ederse etsin sonuçta bir romandır. Roman kalıpları içinde değerlendirilmelidir. İçeriği/konusu/işlenilen temaları açısından ulus/ırk gibi ayrıştırmalar yapılabilir.

Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ı, Salâh Birsel’in “Dört Köşeli Üçgen”i de bir başka kıyıdan baktığımızda, hiç de “Türk romanı” tanımını içermez. Türklükten söz etmedikleri gibi, yazan kişilerin Türk olması öylesi bir tanımı getirmez.

Sözün kısası asıl belirleyici olan dildir.

Rusça roman, Türkçe roman, Fransızca roman sözlerine alıştırmalıyız kendimizi.

Edebiyatın ırkı olmaz.

Sonuçta yaratılan dildir belirleyici olan.

Edebiyatlarımızı o dilin tınısıyla nitelemek de yabansı gelmemeli bize:

Türkçe edebiyat…

Türkçe öykü…

Türkçe şiir…

Belki bunları yinelersek; ‘Türk lokumu’ ile edebiyatın aynı şeyler olmadığının da ayrımına varabiliriz.!

Ne dersiniz?

(*) Heinrich Böll, Gül ve Dinamit; Çev.: Kamuran Şipal, Cem Yay.