Zamanı geldi, ya da veda!

“İster var olsun, ister yok; her şey

sözün avucunda muma döner.”

Feridüddin Attar

Sustum. Susarak yazdım demeli belki de. Konuşan konuştu. İç dökmeler değildi, kuşkusuz.

Öyle ki; aykırı söz edebilmek için sıraya girdiler. Oysa yangın her yerdeydi.

Kendi olmak derdinde olan anlardı. Günü yazıp bozuyorlardı... Yalansız, inkârsız olunamazdı... Ses sese karşıydı madem, kökleşmek niyeydi sahi? Cansız, canansız olunuyordu madem, bir kabileye biat etmek sorgusuzdu. Söz edilen insandı. Göz nuru kıymetsizdi, değerler kendineydi. Anlatılırdı ya, şu nalıncı keseri hesabı.

Düş görmek nafile. Bırakın hayra yormayı. Tufeyliler, haramiler sarmış ortalığı madem... Evet zamanı geldi. Bir berduş divanesi söz yüzsüzlük çarşısında geziniyor madem… Salıncakta salınan cansız beden. İnkar her yerde a âdem. Sen bekle cennetini. Yaşayan bilir cehennem nerede.

Kesintiler başladı.

Dönüp okumalı belki de Lucretius’u biraz. Sonra altı çizilesi satırları düşünmeli:

“Bu dünyadan yalanı, iki yüzlülüğü, uçarılığı, kendini beğenmişliği hiç tatmadan ayrılmak kuşkusuz en bilgece şey olurdu; en azından, son soluğunu bunlardan tiksinmiş olarak vermek şanssız bir deniz yolculuğundan sonra acil manevra yapmak gibidir. Yoksa kötülüklerine bağlı kalmayı mı yeğliyorsun, deneyimin seni bu beladan kaçmaya razı etmedi mi hala? Çünkü zihnin bozulması, bizi kuşatan havanın bozulmasından, kirlenmesinden daha ciddi bir vebadır: O veba salt hayranları etkiler, bu ise insanlığımızı ortadan kaldırır.” (*)

Düşmek, düşkünlük böyle bir şey, a âdem. Uyumak sana göre madem, bin yıllık miskinlik salgından beter.

Nefesin yetmeyince ağaçlara bak, göğe dokun, yıldızları say, nehirleri avuçla, atlasları kulaçla...

Dünyanın her yeri senin; yeter ki kendin ol, kendini bil.

“Önemli” mi, “değerli” mi kıymetini kendin bil. Sesinde yalnız olmazsan, çoğalamazsın.

Bil ki zamanı geldi. Gez, gör, arpacık diyenleri unut. Yaban dil ağulu, bilirsin. Kirlenmeyi hüner sayan bir bakış her yerde. Gene de sen, ama kendini bil.

“Söz dokuz boğumdur, boğa boğa söyle,” derler ta... Bilmeyenle yol arkadaşlığı etmemeli, hele cehalet hırkası giyenle asla, bırak kendi göğünde avunsun. Bir fener gibi dönmeye gerek yok. Kendi mumunda gölge olanın titreşmesi nafile.

Zamanı geldi, evet. Lucretius şöyle diyordu;

“Ne güzeldir denizi döven fırtına dalgalarını, başkalarının çektiği acıyı gözlemek kumsaldan!

Sevinç kaynağı değildir başkalarının derdi, ama bambaşka bir sevinçtir, kendinin dertten uzak olduğunu düşünmek. Ne güzel, savaş alanında düşman ordularını gözlemek, sen ölüme atılmıyorsan! Ama uzak bir yere çekilmektir tatların en güzeli. Sımsıkı donanıp bilge kuramlarıyla, yüce erdem, yaşama çıkış yolu arayanları süzmek.

Amaçsızca tartışanları, gece gündüz, akıl almaz bir çabayla öncelik kazanmaya çalışanları,

Servetin, zenginliğin doruğuna varmayı ve dünyaya söz geçirmeyi kuranları.

Ne yazık mutsuz insan yüreğine! Ne yazık düşten yoksun insan kafasına! Ne kadar ufacık aştığımız yaşam yolu, ne kırkulu, ne karanlık! Anlamıyor musun, iki itisi var, iki amacı doğanın:

Bedenin acı çekmemesi, erince varması ruhun, tadından korkmaması haz veren duyguların.” (**)

İşte zamanı geldi dostlar, gitmenin zamanı geldi.

(*) MarcusAurelius, Düşünceler: Çev. Şadan Karadeniz, 2015, YKY, s. 159

(**) Lucretius, Evrenin Yapısı, Çev. Tomris Uyar, Turgut Uyar.

1974, Hürriyet Yayınları, s. 260