Son Yazıları

Faruk Duman yazınında yabanıl tekinsizliğe karşı yürüyen insan

Öykücülüğüyle edebiyatımızda kalıcı ve özgün bir yer tutan Faruk Duman son dönemde kaleme aldığı “Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur” ve “Köpekler İçin Gece Müziği” adlı kitaplarıyla roman türünde de güçlü bir yer edineceğinin sinyallerini vermişti. Doğanın esintisini merak uyandıran bir macera kurgusuyla okuruna geçirebilen yazar okurlarına pastoral bir şölen sunmuştu. Faruk Duman son romanı “Sus Barbatus!”ta anlatısını yine aynı temel üzerine kuruyorsa da bunu daha aşkın ve daha politik bir damarla besliyor.

“Sus Barbatus!” Anadolu’nun kuzeydoğu coğrafyasında olduğunu tahmin ettiğimiz Ç. Köyü’nde yaşayan insanların engin kış şartlarında geçen yüreklendirici hikayesini anlatıyor. Roman iki ana koldan karakterlerinin hikayesini zenginleştirerek ilerliyor. Bunlardan ilki Faruk Duman yazınının önemli bir özelliğini de temsil eden doğa ile insan arasındaki girift ilişki. İnsanın doğanın katı şartlarına ve hukukuna karşı konumlanışı ve ilerleyişi yavaş, titiz bir anlatımla okura sunuluyor. Yazarın duru cümleleri yabanın tekinsiz ortamına bir davet niteliğinde. Ormanın hışırtısını, yağmurun ıslaklığını ya da karın dondurucu soğuğunu tanımlayabilme becerisiyle Duman okuru sıcak koltuğundan kaldırıp doğanın kollarına atıyor: “Orman ayaza kesmişti. Tipi çil çil mermi gibi atıyordu ağaçların üzerine. Ağaç kalmışsa. Ağaç kalmışsa. Ağaçlardan yalnızca buz dalları kalmıştı geriye. Kırıldı kırılacak, cam kılıçları gibi mecalsiz dallardı bunlar. Bir daha hiç eskisi gibi olmayacaklardı. Kuşkusuz bir daha, bu kıştan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Artık ne yapılacaksa bu buzlarla birlikte yapılacaktı."

Yazının Devamı

Orhan Kemal romanlarında insanın trajedisine iyimserlikle direnme

“Derin vurdu kazmayı”- Talip Apaydın

20. yüzyılın başında art arda gelen zorlu savaşların kızgın ateşinden yeni bir rejimle çıkan Türkiye, cumhuriyetin büyüme sancılarını duyuyor, toplum sosyal, kültürel ve ekonomik yönden değişime uğruyordu. Avrupa’nın 1800’lerin başlarında tanıştığı makine, bu topraklarda 100 sene sonra kendini gösteriyor, modernleşen Türkiye aradaki farkı kapatmak istercesine sanayi hamlelerine hız veriyordu. Orhan Kemal köylü insanın kentli bireye dönüşmeye başladığı böyle bir tarihsel sürecin içinde belirmiş, romanlarıyla bu dönüşümün insan üzerindeki trajik etkilerini irdelemiştir.Yaşar Kemal’in “ustam” dediği Orhan Kemal, Türk romanını köy romanından taşırmış, kahramanlarını şehirle tanıştırmış ve romana yeni bir yol açmıştır. Romanın toplumsal dönüşümle paralel ilerlediği bu süreçte Orhan Kemal gerçekçiliği öncü bir rol üstlenecektir. Orhan Kemal’in yaşamı ile eserleri arasında derin bir bağ vardır. Orhan Kemal ancak orta üçe kadar okumuştur. Yaşama önce fabrikalarda atılır, sonra okuma bilinci kazanır, en son yazmaya yönelir. Onu okumayla tanıştıran da fabrikada tanıdığı bilinçli işçilerdir: “‘20 yaşındaydım… Kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu… Sanki yere basmıyor, havada boşluktaydım. Ve bir gün, bir kahve köşesinde tanıdığım işçi dostum İsmail Usta… Sonra kitaplar… Birçoğu İsmail Usta’nın hediye ettiği kitaplar… Serseriler, Stepte, İstratsi, Mordasti, La Dam O Kamelya, Modam Bovary, Jerminal, Benim Üniversitelerim, Kroyçer Sonat, Umumi Tarih, Fransız İnkılabı Tarihi…’ İsmail Usta’dan sonra Selahattin Usta, Ali Şahin, Dayı Remzi gibi bilinçli işçilerle tanışır. Bu yeni arkadaşlar yavaş yavaş Orhan Kemal’i uyandırmaya, okuma zevkini aşılamaya koyulurlar.” (s.19) Orhan Kemal o yıllarda, okuduğu Gorki ve Istrati gibi toplumcu gerçekçiliğin büyük yazarlarının kaderini paylaşıp bu topraklarda kendi romanlarının da anlam kazanacağını kuşkusuz bilemezdi ama 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde birlikte kaldığı Nazım Hikmet sayesinde yeni bir dünya açılır önünde. O yıllarda romantik, süslü, ölçülü şiirlerle uğraşan Orhan Kemal’i hikaye ve romana yönlendiren Nazım Hikmet’tir. Orhan Kemal işçi sınıfının içinden gelmiş, işçi mahallelerinde yaşamış ve onları gözlemleme şansına sahip olmuştur. Önce basımevine işçi olarak girer. Görevi, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmektir. Milli Mensucat Fabrikası’nda kâtiplik yapar. Sonra imalat ambarı memuru olur: “Adana’da Milli Mensucat Fabrikası’nda uzun yıllar küçük memurluk, kâtiplik yaptım… Gurbete çıkan, Adana’ya inen köylülerle tanıştım… Çırçır işçileri… Pamuk işçileri… Onların mektuplarını yazdım… Onların dilekçelerini yazdım…” diyen Orhan Kemal, bütün bu toplam içinde sanat anlayışını biçimlendirmiş, kendi sınıfının romanını yazmıştır.Hatta Milli Mensucat fabrikasından çalışırken işçi kızlardan Nuriye’ye gönül verir. Yaşamının sonuna kadar her türlü sıkıntıya birlikte göğüs gereceği eşi Nuriye Öğütçü çok küçük yaşlarda iplik fabrikasında çalışmaya başlamış Yugoslav muhaciri bir kızdır. Orhan Kemal’in romanlarındaki “işçi kız”ı Nuriye Hanım’ın yaşam hikayesinde görürüz: “Babamın bir kazada beli sakatlanınca, evin bütün yükü, ağabeyimle benim sırtıma bindi. 12-13 yaşlarında filandım. Çocuk sayılırdım daha. İplik fabrikasında, boyum yetişsin diye ayağımın altına sandık koyarlardı. İşe gelip giderken kimsenin gözüne çarpmayayım diye iyice örtünür, sadece gözlerimi açıkta bırakırdım. …O yıllar, güzel bir işçi kız için tehlikelerle doluydu. Evdekiler korkardı, ben korkardım. Ama korku para etmezdi, çalışmak gerekliydi. Evin ekmek parasına büyük yardımım oluyordu.” (1)

Yazının Devamı

Orhan Duru için, onun yüzünden

Öylesine bir sayfa açtım. Can Yücel’den bir alıntı ilişikti sağ üst köşede: “Gidip gelme bir ölüm verin beye”. Güzel. Devam ettim:

“İşte yazılmadan önce var olmayan bir kelime. Lök. Bu kelimeyle başlıyorum öyküme. Lök gibi öyküme. Şu anda saniyenin yüz binde biri kadar önce bir anda ve ondan önceki kalın saniyelerde yazılmış cümlelerin içindeki kelimelerin hiçbiri yoktu. Bakın bunu açıklamak için yazdığım tümce de önceden yoktu. Başlangıçta her yer ıssız ve boştu. Bütün bu yazdıklarım biraz önce yoktu yahu. Yani başlangıçta her yer ıssız ve boştu, gene de öyle. Öylece bomboştu.”

Yazının Devamı

Tanpınar’ın 'Huzur' romanında Batıcılık ve Batı eleştirisi

19. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve idari sefalet Tanzimat’a giden yolun önünü açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari, askeri, iktisadi zorluklarla karşılaşması onun Batı karşısında zayıflamasına, Tanzimat Fermanı ile de Batı’nın üstünlüğünü kabul etmesine sebep olmuştur. Bu çerçevede yapılan ıslahatlar sosyo-kültürel alana büyük etki etmiştir. Batı, burjuva kültürün saltanatını Osmanlı topraklarında da kurmak istemiş, öze temas edemeyen ıslahatlar Osmanlı insanına aşılanmış ve toplum kısa bir süre içinde zaman zaman trajik sayılabilecek değişimler yaşamıştır. İlerleyen yıllarda modernizmle birlikte yüzeysel ve şekilci bir form alan bu yenilenme, toplumun kendi kültürüne yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir.

Tanzimat dönemi'nin Batıcı tavrına karşı Fransız İhtilali’nin siyasi ve toplumsal sonuçlarından ilham alarak çağdaşlaşma ve modernleşmeyi savunan aydınlar da vardır. Kısa bir süre önce Fransa’nın temellerini sarsan ihtilal ateşi istibdat ve monarşi yönetimlerine karşı mücadele veren aydınlarımızın düşünce dünyasını da sarmıştır. Bu ateş Mithat Paşa’dan Jön Türkler’e, oradan İttihat ve Terakki’ye ve Cumhuriyet devrimlerine uzanan sürece kapı aralamıştır. Batı’daki halkçı ve ilerici devrimleri görmemek, Voltaire’in, Rousseau’nun aydınlanmacı görüşlerinden etkilenmemek ve gözlerin Batı’ya çevrilmemesi ilerici aydınlar için mümkün değildir. Bu aydınlar kendi topraklarına yabancılaşmış, ayaklarını başka dünyalara basan insanlar değildir. Özgürlük ve aydınlanma ateşini kendi topraklarında yakmak isteyen aydınlardır. Ancak tıpkı Aydınlanma’nın anavatanında olduğu gibi idealler dikensiz yollardan yürüyememektedir. Bu topraklarda da süreç içinde çeşitli tutarsızlıklar ve yozlaşmış yapılar meydana çıkmış, kafa karışıklıkları, kimlik bunalımları ve “yerini arama” olgularıyla karşılaşılmıştır.

Yazının Devamı

Dünyayı değiştiren başı dik kadınlar

“Kadın” kelimesi yüzyıllardır yaşanan dramların, ayrımların, sömürünün tüm yükünü taşıyarak bugün artık “mücadele” sözcüğünün neredeyse eş anlamlısı olmuştur. Onun içine örtülere kapatılmış, siyah peçeleri ardında taşlanan kadınlardan, tecavüze uğrayıp, tecavüz bebekleri doğurmak zorunda bırakılan kadınlara kadar en ağır yaşam yükleri konmuştur. Gündelik hayatın kadına ve erkeğe biçtiği rollerin sınır çizgilerinden başını dışarıya uzatan kadınlar “namus” kurşunlarıyla vurulmuştur. Politik özgürlüğünü tırnaklarıyla kazıyarak bulup çıkaran kadın, karşılığında çoğu zaman yaşamını berdel etmiştir. Kuşkusuz coğrafyadan coğrafyaya, gelenekten geleneğe değişen kadın sorunu temelde bir özgürlük ve aydınlanma sorunudur.

Jean- Jacques Rousseau aydınlanmanın özünü “insanlar hür doğar, hür yaşar” cümlesiyle özetlemişti. Büyük insanlık, tam burada eşitlik ve özgürlük mirasını biriktirmeye başlar aslında, ancak bu uğurda verilen bütün mücadelelerin bir parçası olan kadın, özgürlüğünü hep daha sonradan elde etmek zorunda kalacaktır. Ataerkil topluma geçişle başlayan ve yaratılan erkek egemen kültür tarih sayfalarında da kadına hep erkeğin arkasından yürümeyi emretti. Ancak aydınlanma ve ilerleme öyle bir rüzgardır ki tohumlarını her yana savurur. Kadınlar da bu fikirler ışığında kendi özgürlüklerinin peşine düşerek eşitliğin savunucuları oldular. Onlara sunulan haksız ve adaletsiz yaşamla yetinmediler.

Yazının Devamı

Halit Ziya Uşaklıgil ve bireyin sınırlarına sıkışan roman

Tarih, oklarını her zaman edebiyata da fırlatmıştır. Özellikle Tanzimat gibi büyük toplumsal kırılma dönemlerinde değişen siyasi yargıların sanata yansıması da kaçınılmaz olmuştur. Batı’nın “üstünlüğünün” kabul edildiği bu dönem devlet kurumlarına yenilikler getirirken, yazın hayatına da yeni türler, biçimler ve nitelikler getirmiştir. “Roman” bunların sadece bir tanesiydi. Bununla birlikte bireyselleşmenin toplumun başat özelliği olmasıyla Osmanlı’da doğumu geç ama büyümesi hızlı bir çocuk gibi olgunlaşan en önemli tür roman olacaktır.

Yazının Devamı

Bir aile olabilmek ve Münir Özkul…

Usta sanatçı Münir Özkul’u kaybettik ve ülkede farklı siyasi fikirlerden, sınıflardan, yaşlardan insan üzüntüsünü yaptığı paylaşımlarla dile getiriyor. Bütün farklılıklar tek bir hüzünde birleşiyor. Bu acının ardından bugünün sanatçılarının kendilerine sorması gereken bir soru beliriyor: Nasıl oluyor da bir sanatçı yıllardır röportaj vermeden, artistik pozlarla gazete sayfalarını süslemeden, “pr” çalışmaları yapmadan koca bir ülkenin yüreği olabiliyor? Bu tablodan bugünün sanatçısının payına düşen şey bu soruyu yanıtlamaktır. Bu soru Münir Özkul’un ölümüyle sorulur ancak cevap onun yaşamında saklıdır.

Özkul tiyatro geleneğinden gelse de halkın onu tanıması daha çok sinema sayesinde olur. Onun hafızalarımızda yer eden filmlerinin çekildiği 70’ler, toplumsal yaşayışın film setlerine de yansıdığı dönemdir. Kalabalık aile yaşantısının, sınıfsal çatışmaların, iyilik ve kötülüğün iç içe geçtiği, birliğin ve dayanışmanın da yıllarıdır 70’ler. Münir Özkul bu filmlerde hep iyi ve erdemli olanın yanında ya da bunu temsil eden en önemli roldedir.

Yazının Devamı

Doğaya dönüş, ama nasıl?

Christopher Mccandless üniversiteden mezun olduktan sonra ailesinin ona sunduğu tüm olanakları reddederek cebindeki bütün parasını yakıp uzun ve sıradışı bir yaşama yelken açıyordu. Alaska’da vahşi doğanın derinliklerine doğru tek başına pastoral bir yaşama koşuyordu. İnto the Wild filmini izleyen herkes bu cesur hamleyi hafızasına kazımıştır. Ancak Christopher Mccandless’a ilham kaynağı olacak bu hamleyi Henry David Thoreau ondan 150 yıl önce gerçekleştirmişti.

“Walden Gölü” kitabı Harward mezunu bu sanayici çocuğunun Walden Gölü kenarında tek başına inşa ettiği ufak kabininde geçirdiği iki yılın kelimelere dökülmüş halidir. Üniversiteyi bitirdikten sonra babasının dükkanında bir süre çalışan ama iktidar, itaat, yaşam, özgürlük, kölelik gibi kavramlar üzerinde öğrencilik yıllarından beri sık sık düşünen Thoreau, modernizmin ve kapital dişlinin dönen çarkına karşı durabilmeyi kendine amaç edinir. Gençliğinden beri okuduğu ve etkisinde kaldığı Emerson ile Amerika’nın entelektüel akımlarından biri olan Transendentalizmin temsilcilerinden biri olur. Bu süreçte devletin Meksika savaşı için vatandaşlarından topladığı vergiyi ödemeyi reddeder, çünkü bu savaş ona göre köleliği geliştirmekten başka bir şey değildir ve bu sebeple bir süre hapiste kalır. Kölelik karşıtı fikirlerini çekincesizce savunur. Ona göre modernizm denilen şey kölelerin sırtından elde edilen kârın insanlar tarafından ihtiyaç fazlası olan lükse akıtılmasıdır ve devlet bu haksız ve anlamsız durumu yasalarıyla korumakta ve beslemektedir. Bu sayede köle, lüks, devlet halkalarıyla oluşan bu zincir modern dünyanın etrafını saran ve onu koruyan bir hücre çeperi işlevi görür. Thoreau’ya göre bu zincirin parçalanması gerekmektedir ve bu ancak itaat düzeninden vazgeçmekle olur.

Yazının Devamı

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e arafta kalan aydın: Halide Edip

Tarihler 1919’un Mayıs ayını gösterdiğinde Osmanlı toprakları belki de en çalkantılı dönemini yaşamaktaydı. Hükümeti dağılmış, Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf devletlerince işgal edilmeye başlanmış, umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan geçmişin Büyük Devleti, emperyal devletlerin saldırısı sonucu dünya haritasının göbeğinde bir yem gibi duruyordu. Sokakta ise halk durumun vahametinin farkında olsa da ümidini bağladığı padişahtan da hükümetten de ihanet dışında bir şey göremiyordu. Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasından tam 4 gün sonra İstanbul’da büyük kalabalığın karşısında siyah çarşafının içinden gözleri ışıl ışıl parlayan, vakur sesli ve güçlü bir kadın haykırıyordu: “Evlatlarım, kardeşlerim! …Gece, en karanlık ve ebedi göründüğü zamandır ki, gün ışığı en yakındır.” Büyük Sultanahmet Meydanı’nı “istiklal” çığlıkları ile inleten bu kadın Halide Edip Adıvar’dı.

Ancak daha sonra, vatan mücadelesinin en ön cephesinde yer alacak, Mustafa Kemal’in haklı davasında onunla birlikte hareket edecek olan aynı Halide Edip, Sultanahmet Mitingi'nden kısa bir süre sonra Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan çıkış yolu olarak Batı’nın şefkatine sığındığı “Türk’ün Hitabı- İtilaf Milletlerine” isimli bir mektup kaleme alır. Bu yazıyı Halide Edip’in Büyük Mecmua ve Yedigün’deki yazılarını toplayıp tezinde inceleyen Feyza Hepçilingirler “acıklı” olarak nitelendirir. Çünkü vatanseverliğinden şüphe edilemeyen kadın bu mektupta büyük bir yanılgı ve öngörüsüzlükle işgalci itilaf devletlerine şöyle seslenir:

Yazının Devamı

Ülkü Tamer'in hatıralarıyla Türk edebiyatına yolculuk

“Nuh’un gemisi gibiydi Ülkü Tamer’in ilk şiirleri: kalabalık, şenlikli, her türlü imgenin erkeğini ve dişisini barındıran, terzilerle, dülgerlerle, tilkilerle, kirpilerle, sansarla ve her şeyle dolu. Hayatın, ölümün ve her şeyin amatörüydü Ülkü Tamer bu şiirlerde. Serpen, yığan bir çalışma içindeydi”- Cemal Süreya (1976)

Yazının Devamı

Yaşamın sıradanlığını öykülerle zenginleştiren yazar Alice Munro

İsveç Akademisi 2013'te Nobel edebiyat ödülünü kazandığı haberini vermek için Alice Munro'ya telefonla ulaşamadı ve mesajla durumu bildirmek zorunda kaldı. Sade bir yaşam süren Kanada'nın ilk Nobel'ine sahip olan bu ak saçlı kadın, ödülü aldığına en çok Kanada edebiyatı bundan sonra daha çok ilgi görecek umuduyla sevinmişti. Edebiyat eleştirmenlerince Kanada'nın Çehov'u olarak adlandırılan ve kısa öykünün usta bir kalemi olarak anılan Munro için Çehov benzetmesi fazlasıyla yerinde olmasına karşın yazdığı 40-50 sayfalık öykülere bakıldığında pek de kısa öykü ustası olduğu söylenemez. Munro'nun öyküleri zaman zaman romanı andıracak kadar çok karakterli, olaylı ve güçlüdür. "Castle Rock Manzarası" kitabında her biri başlı başına ele alınabilecek öyküler varsa da bütünlüklü akış nedeniyle bazı eleştirmenler kitabı roman olarak değerlendirir. Bütün bu tartışmaların çok uzağında ise 82 yaşına kadar yazmaktan hiç vazgeçmemiş, yazdığı kadarından daha fazlasını çöpe atmış bir kadın yazar durur. İlk öyküsünü yazdıktan 37 yıl sonra yayımlamış olan Munro, yazısındaki mütevaziliği yaşamında da koruyacaktır. Kanada'da bir çiftlikten çıkacak, üniversite eğitimini yarıda bırakıp evlenip çocuklarına bakarken Victoria'da küçük bir kitapçı işletecektir. Bugün herkesin sadeliğiyle büyülendiği öykülerin temeli de bu çiftlikte ve bu orta halli yaşamda atılacaktır.

ZENGİN KURGU DERİN KARAKTERLER

Yazının Devamı

Endüstri kültürü ve kültürel budalalar

Bir toplum bilim kavramı olarak modernizmle birlikte hayatımıza giren kitle kültürü “toplumsal yapı ayrılıkları gözetilmeksizin televizyon, radyo, sinema, basın vb. kitle iletişim araçlarıyla yaygınlaştırılan kültür” olarak tanımlanıyor. Kitle kültürünü popüler kültürün endüstrileşmiş hali olarak da ele alabiliriz. Toplumun can damarlarına nüfuz edebilen iletişim araçları yoluyla ona yeni bir yaşama biçimi sunarak ilerleyen kitle kültürünün sunduğu bu yaşam biçimi yapay, mekanik, tüketime yönelik ve yüzeyseldir. Sanayileşme sonrası doğan yeni dünya beraberinde şehirleşmeyi ve “anonim kalabalıklar”ı getirdi. Aidiyet, gelenek, ahlak gibi birçok kavram kurulan yeni şehirlerin kuralsızlığında ve fabrikaların makine dişlerinde parçalandı. Bu dişlilerin arasına sıkışan insanın çırpınışları kitle kültürünün temel motivasyonunu oluşturdu.

Yeni bir yaşam formu arayan “yığın”, kitle medyasıyla manipüle edilen kapital sistemin kucağında pışpışlandı. Bu kapitalist kucakta sanat ve siyaset üretmeye çalışacak olan bireyin ürünleri geniş planda endüstüriyel tasarımdan öte geçemez hale geldi. Müzik, edebiyat, sinema kapitalist sistemin devamlılığı için kitleleri yönlendirme hatta zaman zaman “uyutma” aracı olarak işlev görür oldu. “Kitle kültürü” kavramını ilk ortaya atan ve bu kavram üzerine ilk tartışmaları başlatan Frankfurt Okulu kuramcıları Adorno, Horkheimer ve Marcuse “bir zamanlar dinin sunduğu ütopik vaadi büyük sanatın ayakta tutabileceğini” savundular. Oysa gelinen noktada romanlar kadınlara entrika sunan pembe dizilere dönüşmüş durumda. Bu olgular bağlamında Marksist feminist yazar Tania Modleski’nin “Eğlence İncelemeleri” kitabı konu üzerine yoğunlaşan akademisyenlerin makalelerini toplayarak kitle kültürüne eleştirel yaklaşımları geniş bir görüş alanı içinde okura sunuyor.

Yazının Devamı

Kemalizmin ‘Çalıkuşu’ Türkan Saylan

“İnsanın kendi gayretleriyle adeta yokluk içinden çıkışını, etrafına tabiatın sarmış olduğu karanlıkları aklının ışıklarıyla dağıtışını, kendi üstüne yükselişini, zekası ile göklere doğru atılışını, hudutsuz kainat içinde dev adımlarıyla yürüyüşünü, daha büyük, daha güç bir iş olarak da kendi içine kapanıp insanı tanımaya, onun tabiatını, vazifelerini ve gayesini öğrenmeye çalıştığını görmek bizim için ne büyük, ne güzel bir temaşadır.” der aydınlanmanın yazarı Rousseau. Rousseau bu sözü söyleyeli yaklaşık 270 yıl oluyor, ancak insanın yaşamı anlamlandırmada kendine biçtiği aydınlanmacı tavır ve yönelim hala canlılığını koruyor. Anlamaya ve değiştirmeye dayanan aydınlanma fikri, Ortaçağ’ın zifiri karanlıklarından kendine gedikler açarak ilerledi ve karanlık ile aydınlığın savaşı yüzyıllardır sürüyor. Ancak, aydınlanma ufak gediklerden başını çıkaralı ve dünya tarihine büyük devrimler sunalı beri dünya o eski dünya değil artık. Fransız İhtilali’nden bu yana Aydınlanma kendine büyük bir mevzi yaratmış durumda. Bu mevzide, Jön Türkler’den gelen fikri mirası devralarak gerçekleştirdiği Cumhuriyet Devrimi ile Türkiye de yerini aldı. Bir savaşta iseniz bir mevziniz olmak zorundadır ve her mevzi ortak fikir çerçevesinde çarpışan cesur öncü neferlerden oluşur. Aydınlanma ile gericilik savaşında aydınlanmanın safında tüm gayretiyle yobaz, köhne, feodal düzene karşı çarpışan kadın neferden birisi vardır ki, çağımızın unutulmazları arasına girmiş, Cumhuriyet’in ilerici yüzü olarak tarihe geçmiştir. Kızıl kısa saçları, yumuşak ses tonu ve naif gülümsemesi ile Türkan Saylan Cumhuriyet’in yaratmak istediği idealleri uğruna savaşan, toplumla bütünleşmiş, çağdaş Türk kadınının somutlaşmış halidir.

Kendi deyimiyle; “Bugün bizde aydın deyince, işte okur yazar, üniversite mezunu, kafası çalışan biri geliyor akla. Ama aydın olmak çok farklı bir şey, aydınlanmaya yatkın olmak ve bunun için çalışmak, uğraşmak anlamına geliyor. Bulunduğu ortamı, çevresini biçimlendirmek, haksızlıklara karşı çıkmak, koşulları değiştirmek, kısaca yapıcı olmak. Düşünen, gören, duyarlı olan ve sorumluluğu taşıyan eğitimci kişi diye tanımlayabiliriz belki aydını.” Türkan Saylan özümsediği bu aydın sorumluluğu ve duyarlılığı ile Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”ndan fırlamış Feride Öğretmen gibidir. İstanbul’un Kandilli semtinden çıkıp tüm Anadolu’yu köy köy, mezra meza gezmiş, gördüğü eksiklikler karşısında yılgınlığa düşmeden, aksine büyük bir azimle ilerlemiş, halkının yaralarına merhem olmaya gayret etmiş, buradan güdülenmiş bir tıp doktorudur. Kandilli Kız Lisesi’nde idealist fikirlerle, sorumluluk bilinci ile büyüyen, toplumun dini değerler kisvesi altında kadınlar üzerinde yarattığı baskıyı sorgulayıcı ve reddedici bir tavırla kıran Saylan, bu baskılara maruz kalan kadınlar için de öncü rol üstlenmiş, yardım ve dayanışma elini toplumun ücra köşelerine kadar uzatmıştır.

Yazının Devamı

‘Söylem üzerine söylem’ ve Ataç

Eleştiri uğraşının tüm gelişmiş ülkelerde yazın hayatı ile birlikte geliştiği ve günümüze yaklaştıkça vazgeçilmez bir etkinlik olup çıktığı kuşku götürmez. Çoğu zaman iyi şeyler çağrıştırmayı bırakın “yergi” ile eş tutulsa da eleştirinin gelişimi sağlayacak önemli ayaklardan biri olduğu içten içe de olsa sanat adamlarınca bilinir. Buna rağmen romancısından şairine kadar pek çok yazın insanı edebiyat eleştirmenine karşı diş bileyen olumsuz bir tavır sergiler. Ünlü Polonyalı yazar Witold Gobromowicz “Her yazar, günün birinde eleştirinin kendisine yalnızca yararlı olmayacağını değil, okura giden yolda fazladan bir engel olduğunu anlar… Sanırım, eleştirmenin bir düşman, üzerine çiçekler yağdırdığı zaman bile bir düşman olduğunu eninde sonunda anlamamış bir yazar yoktur” diyerek yazar olan sanatçının yaratıcı üstünlüğünü belirgin kılarken, eleştirmeni gereksizleştirir. Ünlü Fransız eleştirmen Sainte- Beuve’nin öldükten yıllar sonra bile Nietzsche tarafından kinin büyük bayağılığıyla “erkeğe özgü olan hiçbir şey yoktur onda” gibi bir saldırıya maruz kalması eleştirmen olmanın büyük nefretlerle cebelleşmek olduğunu da bizlere gösterir.

Bir esin, gözlem ve çaba ile üzerine aylarca, yıllarca çalışılan, hayaller ve umut kabarcıkları ile yaratıcısının zihninde dolanan edebiyat eserlerinin bu yaratım çemberinde varolmayan bir kişi tarafından “yargılanması”nın yazarların öfkesinin altında yatan nedenlerden biri olduğu söylenebilir, fakat bütün serzenişlere, bütün öfke ve alaylara rağmen eserlerindeki esini, gizi, vermek istedikleri iletileri bulsunlar diye “ukalaca” buldukları bu tenkitçileri içten içe bir biçimde de olsa ararlar.

Yazının Devamı

Tepetaklak olmuş dünyayı tersine döndürmek

İşgaller, kölelik, kan ve ateşle yoğrulmuş topraklar diyarı Latin Amerika’da yirmi ulusun tarihinin hızlı görüntüleri baş döndürücüdür oysa onlar tek bir tarihi paylaşır: Sömürgeleşme. Sömürü burada her öykünün ortak noktasıdır. Muz ağaçlarının gölgesine sığınan küçük arazilerde mısır ve manyok yetiştiren esmer insanlar ve Buenos Aires, San Paulo, Meksico City gibi mega kentlerin meydanlarında işlerine yetişmeye çalışan orta sınıf bir Amerikalı’dan farksız insanlar… Kazananlar ve kaybedenler, zenginler ve yoksullar, fatihler ve fethedilenler, patronlar ve köleler, işte Latin Amerika tarihinin kökeninde yüzyıllardır bu kadim çelişki yatar. Afrikalı, Avrupalı ve yerli Amerikalı insanların tarafsız koşullarda bir araya gelmediği bu toprakların hikayesinde sömürünün doğurduğu tarihi hareketler ve sömürünün kucağına doğan çocuklar vardır. Bu çocuklardan biri Uruguay’da doğacak ve bu kesik damarlar kıtasının hikayesini 1971 yılında kaleme alacaktır: Eduardo Galeano

Galeano, Uruguay kahvelerinde Latin Amerika’ya özgü inanılmaz öyküler dinleyerek büyüdüğünü söyler. Ayrı ayrı ülkelerden oluşsa da kıta kültürü ortak bir halk yaratır Latin Amerika’da. Galeano ait olduğu yeri anlatırken “Her zaman Machu Picchu’nun taşları ya da ülkemin çakılları kadar Latin Amerikalı olduğumu biliyordum. Bunu biliyordum ve biliyorum, bir şey gerçekten nasıl biliniyorsa öyle” diyecektir. Amerika’nın belleğine saplantılı olan yazar kendisinden habersiz topraklara yardım etmek için yazacak, bu toprakların tarihinin içindeki acıları, isyanları, mücadeleleri ararken kendini bulacak, bu tarihin içinde onunla kaybolacaktır. Toprağının üstünde yürüyen her bir ayağın hikayesine ulaşacak, ulaştığı o hikayenin sömürülen bütün dünya insanlarının hikayesi olduğunu bilecektir. Sınırlı yaşamlara mahkum edilmeye çalışılmış şefkatli toprakların damarlarından akan kan, dünya denen mezbahanın içinde bir nehir gibi akarken, büyük televizyonları karşısında göbeklerinin üstüne koydukları şaraplarını içen “tanrılar” ile mücadele edecektir.

Yazının Devamı

'Bize yeni bir hayat getirecek yeni bir dünya görüşü gerek'

“Bütün bir beşeriyeti ve bir kainatı içine alacağı yerde kendi cılız ve âmâ benliğine saplanan bir edebiyatın, bence, psikopatoloji etütlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur. Sanat bütün teferrüatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır. Hulasa sanat gaye değil, vasıtadır. Gaye hayattır.” – Sabahattin Ali

Elbette bir yazarın sadece dünya görüşünde değil yazınında da savunusunu gerçek kılması gereklidir. Sabahattin Ali’nin yaşamında, siyasi fikriyatında, hikaye ve romanla dolu olan yazınsal hayatında insana ve hayata sırtını dayayan gerçekçilik zikzaklar çizmeden büyük bir irade ve savaşımla sürmüştür. Bugünden bakıldığında Sabahattin Ali’nin eserlerinin toplamı bir dönemin Türkiye’sinin insanına dair bir belge, bir arşiv niteliği taşıyorsa, bu toplam, gücünü yazarın hikaye ve romanlarının çarklarını döndüren gerçeklik unsurundan alır.

Yazının Devamı