10 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 18°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Anneler günü sessiz geçerdi

Oktay Ekşi

Oktay Ekşi

Eski Yazar

A+ A-
MUSTAFA İLKER YÜCEL
  • Değerli hocam Anneler Günü’ndeyiz. Bugün izninizle köşemizin tamamını anneler için ayıralım. 1932 yılında dünyaya geldiniz. Anneniz kaç yaşındaydı? İlk zihninize düşen görüntüsü nasıl? Çalkantılı bir dönemin, sosyal çevrenin geniş aileyle sınırlı olduğu bir toplumun kadını olarak neler yaşamıştı, size neler kattı?

Her anne gibi benim annem de mükemmeldi. Onu 1992 yılında 88 yaşındayken kaybettik.

Birçok anne gibi “bağımsız” bir kişiliğe sahipti. O nedenle babamı kaybettikten sonra bile biz evlatlarının yanında değil, küçük bir kız torununu yanına alarak babamla birlikte yaşadıkları yerde kaldı. O yaşında iken de herkesle sıcak bir diyalog kuran, küçük çocuklarla onların yaşındaymış gibi konuşan, onları mutlu eden, büyüklerle aynı yaştaymış gibi akran olan, kendi yaşındakilerle sağlam dostluklar içinde yaşayan bir insandı.

Biz evlatlarından sadece sağlıklı olmamızı, arada bir onun hatırını sormamızı bekler, başka hiçbir şeyimize karışmazdı. O nedenle sadece biz evlatlarının değil, gelinlerinin de sevgilisiydi.

Annem aslında bir köy kızıydı. O ilkokul (o zamanki adıyla Sıbyan Mektebi) bir, belki ikinci sınıftayken, köydeki öğretmeni Balkan Savaşına katılmak üzere askere alınmış ve maalesef bir daha geri dönmemiş. Tek öğretmen gidince de okul kapanmış ve annem alfabeyi henüz sökme aşamasındayken eğitim hayatı bitmiş. Sonra, öğrendiği o alfabeyi de köy koşullarında unutmuş. Nitekim Latin harflerini 1939 yılında biz Ankara’ya taşındıktan sonra kendi gayretiyle öğrendi, gazete okuyacak, büyük harflerle ve kısa cümlelerle maksadını anlatacak kadar da yazıyordu.

“Köy kızıydı” dedim ama babası, benim de doğduğum yer olan Mesudiye (Ordu) ilçesinden azimle İstanbul’a gelerek Hukuk Fakültesini bitiren ilk insan idi.

Hikâye uzun ama şu kadarını söyleyeyim: Büyükbabam Üniversiteye gitmek üzere Mesudiye’den ayrılmadan önce anneannemle (biz ona Cicianne derdik) evlenmiş. Bir yıl sonra annem dünyaya gelmiş. Güzel sesli bir “hafız” olan büyük babam İstanbul’da öğrenci iken Ramazan aylarında Kur’an okuyarak harçlığını toparlar, köydeki ailesine de geçinebilecekleri kadar katkı sağlarmış.

Babam, annemin halasının oğlu idi. Daha çocukken birbirlerini bilirler severlermiş. Nitekim evlendirildikleri tarihte annem henüz 15 yaşında bir ergenmiş. Biz 5 erkek kardeş idik. En küçük ben idim. Ben dünyaya geldiğim zaman annem 28 yaşında imiş.

Benim doğduğumu müjdeleyen halamın oğluna (merhum Dr. Lütfi Köselioğlu’na) babam 25 kuruş vermiş. O nedenle bana “Senin değerin 25 kuruş” diyerek takılırlardı.

Çocukluğumdan zihnimde kalan en eski anı 1935’de at üstünde yolculuk yaparak Mesudiye’den Ordu’ya iki günde gidişimizdir.

Babam çok iyi bir Atatürkçü idi. Devrimleri hücrelerine kadar içine sindirmiş biriydi. Nitekim kıyafet devriminde Ordu’dan aldığı mantoyu Mesudiye’ye getirip anneme “Bunu giyineceksin ve kasabanın çarşısından birlikte geçeceğiz” dediğini annem anlatırdı.

Annem:

“İtiraz ettim ama dinlemedi. Mecburen çarşaf yerine o getirdiğini giyindim, çarşıdan birlikte geçtik. Bütün esnaf dükkândan çıkıp bize baktı. Ben sanki oradan çırılçıplak geçiyormuşum gibi utandım” derdi.

Bütün bu anlattıklarımdan anlaşılacağı gibi bizim çocukluğumuzda “anneler günü” diye bir kavram yoktu. O nedenle Mayıs ayının ikinci Pazar günü de diğer Pazar günleri gibi sessiz sedasız gelir geçerdi. Bu sadece Mesudiye’de değil, sonra 3,5 yıl kaldığımız Ordu’da ve uzun yıllar yaşadığımız Ankara’da da böyleydi. Ben annemin “Anneler Günü”nü ilk kutladığım zaman o sanıyorum en az 55-60 yaşındaydı.

Annem milyonlarca Türk kadını gibi “ezilmeyi” kader olarak kabul etmiş bir olgun insandı. Nitekim genç yaşında gelin olduğu Halasının evinde uzun yıllar “ikinci sınıf” bir insan sayıldığını anlatırdı.

Köyde, en az 10 kişinin yaşadığı evde sabah herkesten önce kalkıp gerekirse inekleri sağar, sonra gelir kahvaltıyı hazırlar, herkes bitirinceye kadar kenarda bekler, en sonunda bir kenarda kendi kahvaltısını yaparmış. Buna “gelinlik tutma” denirmiş.

Neyse ki 1935’de biz Ordu’ya göçünce kendi evinin kadını olup bir kimlik kazanmıştı. Ama tüm o ortamlarda o hep sevgi ve saygı anıtıydı.

Anneler günü sessiz geçerdi - Resim: 1

Anneler günü sessiz geçerdi - Resim: 2