04 Mayıs 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Bilimsel gelişmenin anahtarı bağımsızlık

Kürşat Yıldız

Kürşat Yıldız

Eski Yazar

A+ A-

“Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz” Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1937

Anıtkabir’i ziyaret ederken “sap sap dikilmek” yerine büyük lideri anlamaya çalışan yurttaşlar, bu önemli binayı, belgeleri ve bıraktığı eserleri alıcı gözle inceler. Çünkü Anıtkabir, yalnız büyük Atatürk’ün aziz naaşının bulunduğu yer değil, kurduğu Cumhuriyet’in temel niteliklerini yansıtan bir mekândır.

İnkılap Kulesi’ni ziyaret ederken kafalarını kaldırıp tavanı inceleyenler, alın kısmında çepeçevre taşa oyulmuş halde bu yazının girişinde alıntı yaptığım cümleyi okur. Atatürk, Meclis’in açılışında CHP’nin “Altı ok” programını anlatırken devlet için de yolgösterici kabul edilen ilkelerin kutsal kitaplardaki gibi değişmez olmadığını bu veciz sözlerle vurgulamıştır. Bu sözlerin devamı O’nu anlamak isteyenler için çok önemlidir: “Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin binbir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”

Bu iki cümleyi ardarda eklediğinizde varacağınız yöntemin adı “tarihsel maddecilik”tir. Türkiye Cumhuriyeti bilimi rehber alıp aydınlanma ve gelişme yoluna girmiştir. Birçok ülkenin yüzyıllar içinde gerçekleştirdiği gelişim aşamalarını 15 yıla sığdırdıysa da bu noktaya bir anda gelmediği açıktır.

Bilimsel gelişmemizin, sanayileşmemizin, kültürel sıçramaların temel anahtarı, bağımsızlık kavgası için “Ya İstiklal, ya ölüm” şiarıyla Samsun’a çıkmaktı. Olağanüstü bir çabayla savaşıp işgalcileri birer birer kovalayıp Lozan’da herkese kabul ettirdiğimiz bağımsız bir Türk devleti kurduk. Ama bağımsız bir devlet kurmakla yetinemezdik. Ancak bir Cumhuriyet idaresiyle bu devleti ayakta tutabilirdik. Anadolu gibi jeostratejik bir noktada Cumhuriyet’i ilelebet yaşatmak için modern ve güçlü bir devlete, sosyal ve kültürel yönden gelişmiş bir topluma sahip olmak gerekliydi.

Bunun için savunma sanayisi şarttı. Ama yetmezdi.Tarımda, ekonomide tam bağımsızlık olmadan Cumhuriyet ayakta duramazdı. 1929 Bunalımı bizi devletçilik ve planlı ekonomiye zorladı. Krizi Sovyet dostluğunun desteğiyle gerçekleştirdiğimiz sanayileşme yatırımlarıyla göğüsledik. Sanayileşmek için bilimin ışığına muhtaçtık. Yeni ve modern Türk toplumu,Tevfik Fikret gibi “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” yurttaşlardan oluşacaktı. 1933’te de Üniversite reformunu yaptık.

Bugün de durum farklı değil. Bağımsız yaşamak isteyen devletler bilime mecburdur. Küba, ABD ve Batı’nın ambargosuna rağmen, hür ve bağımsız yaşamak için bilime ve sosyalizme sarıldı. Özellikle sağlık alanında ekonomik gücüyle karşılaştırıldığında inanılması güç bilimsel gelişmelere imza attı. Çin, Hindistan ve İran ekonomilerini geliştirirken aynı zamanda bilim dünyasında da giderek ağırlıklarını hissettiriyorlar.

Yalnızca ithalata dayalı üretim yapıp ucuza satarak, dış borçla iç tüketimi genişletip ülkenin büyüdüğünü zannedenlerin bilime ihtiyaçları yok. Petrol zengini ülkelerin mali desteğiyle, turizm gelirleriyle ekonominin çarkını sonsuza dek çevireceklerini düşünenler için, bilgi yalnızca parasını verip satın alacakları bir metadan başka bir anlam ifade etmiyor.

Aslında uzunca bir süredir Türkiye’de uygulanan bilim politikası, akademik yaşamda ilerlemek isteyen yeteneklerin bireysel teşvikinden ibarettir. “Küçük Amerika modeli” olan bu politika, yayın yapmayı, puan toplamayı, akademik kadrolarda ilerlemek, daha iyi araştırma ve refah koşulları elde etmek için “CV” denilen özgeçmişini içeren dosyasını kabartmayı gerektirir. Bilimsel araştırma, bu durumda çoğu zaman bir amaç değil araçtır.

Yabancı dil eğitiminin yaygınlaştırılması, yabancı bilimsel yayınların yakın takibi, bilimsel kongrelere katılımın teşviki bu politikanın devamıdır. Türk akademisi Batılı bilim merkezlerinin taklitçisi, daha kibar ifade edeceksek takipçisi durumundadır.

Endüstrinin kısmı katkısı, TÜBİTAK, DPT, Üniversite bütçeleri gibi kaynaklar ve AB fonları ile desteklenen bilim ve teknoloji politikasıyla bazı sonuçlar elde edildiği görmezden gelinemez.

Ama bu sonuçlar, bireysel, geçici veya kısmi başarılardan ibarettir. Bilimi gerçek yol gösterici olarak benimseyen bir devlet politikası olmaksızın kurumsal, sürekli ve yaygın bir gelişme sağlanamaz. Bilimi rehber edinmeyenler, kendi ayakları üzerinde duran, özgücüne güvenen bir ekonomi, devlet, ordu ve toplumu kurup yaşatamaz.

Günümüzde Türkiye’nin modernleşmesinin laiklikle başladığını zanneden ve bilimdeki gerilemenin faturasını İslam’ın etkisine kesenler çok. Onlar ne yazık ki tam bağımsızlık ile bilim politikaları arasındaki doğru bağlantıyı görmezden gelebiliyor. Bu sabit fikirin bu derece rağbet görmesinin bir nedeni de, Doğu’yu ve İslam dinini benimseyen toplumları geri kalmaya mahkum gören oryantalist fikirlerin ideolojik hakimiyetidir. Çin, Hindistan ve İran’daki gelişmeler bu tezin yanlış olduğu kanıtlamış bulunuyor. Ama “sabit fikirleri değiştirmek atomu parçalamaktan zordur”.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 30’lu yıllarda laiklik ve aydınlanma yoluna girişi, Atatürk ve lider kadronun Batıyı taklit etme, Fransız modelini benimseme hevesine değil “içinde yaşadığı yurt; bağrından çıktığı Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığı sonuçlar”ın zorunlu kabulüne dayanır. Bilim, eğitim ve üniversite alanındaki atılımlarımızın kaynağı budur.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kademe kademe ulusal egemenliğin Batılı emperyalistlere devredilmesi, tam tersi bir evrilmeyle sonuçlanmıştır. “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” diyebilen bir yönetim tarzını terkedenlerin bilimin rehberliğine de ihtiyaçları kalmamıştır. Okul, üniversite ve akademisyen sayısı bin kat artsa da elde edilen bilimsel üretim akıl, vicdan ve izan sahibi herkes için büyük bir hayal kırıklığıdır.

Türk akademisinin suskunluğunun temelinde de üretimdeki bu kuraklık ve kısırlık yatıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin yolu, “Ya İstiklal, ya ölüm” ruhuyla yeniden Samsun’a çıkmayı göze almakla başlar. Türkiye ve Türk aydınları yüz yıl sonra bir kez daha aynı kavşak noktasına gelmiş görünüyor.

Mazlum milletlerin aydınları ve akademisyenleriyle güçbirliği yapan Türk akademisi bu atılımı yapabilecek gizilgüce sahiptir. Batıdaki merkezlerde görev yapan bilim insanlarımız da bilimsel düşüncenin toplumun ilerlemesi için rehber olarak kullanıldığı bir Türkiye’nin gelişimine önemli katkıda bulunacaklardır.

Bu umutlarla bilim ve eğitim emekçileri ile sevgili öğrencilerimiz başta olmak üzere herkesin yeni yılını kutluyorum.

Not: Yılbaşı gecesi çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına yol açan hain saldırıyı lanetliyorum. Ölenler için başsağlığı, yaralılar için acil şifa diliyorum. Terör örgütlerinin ve destekçilerinin Türk toplumuna diz çöktüremeyeceğine yürekten inanıyorum.