03 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

‘Bütün suç bendeyse bile suçsuzum!’

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Geçmişinde Andre Cayatte gibi avukatlıktan gelme çok önemli bir hukukçu-yönetmen bulunan Fransız sineması bir kez daha adalet gerilimi kulvarının hakkını veriyor ve “Bir Düşüşün Anatomisi”yle son yılların en iyi mahkeme dramasını sunuyor. Cannes’da bu yıl Altın Palmiye kazanan Justin Triet imzalı film büyük oranda mahkeme salonunda geçiyor ve bir ölüm olayıyla (kaza mı, intihar mı, cinayet mi?) birlikte bir evliliğin analizini gerçekleştiriyor. Başta Sandra Hüller’inki olmak üzere tüm oyuncuların harika performansları da devreye girince, üst düzeyde bir sonuç çıkıyor ortaya.

Filmin açılışında, yazar Sandra Voyter dağ başındaki evinde bir yüksek lisans öğrencisiyle röportaj yaparken, üst katta bulunan kocasının bangır bangır çaldığı müzik nedeniyle röportaj yarıda kalıyor ve aniden tuhaf bir gerilimin içine çekiliyoruz. Justin Triet, cinayet entrikası, gerilimli soruşturma ve yoğun psikolojik anlatımlara dayalı kara-film / polisiye türünde çok zengin bir mirasa sahip Fransız sinemasının geleneğinin ya da Alfred Hitchcock çizgisinin belli başlı özelliklerine sadık kalarak, “tür”e değilse bile “eğilim”e saygısını gösteriyor bu andan itibaren. Kısa bir süre sonra, üst kattaki kocanın balkondan düşerek öldüğünü öğreniyoruz. Artık bir cinayet soruşturması ve yargılamanın içindeyiz. Savcı Sandra’yı kocasını öldürmekle suçluyor. Sanık ve avukatları da suçlamayı reddederek intihar olasılığı üzerinde duruyorlar.

ASLA KANITLANAMAYACAK GERÇEKLER

“Bir Düşüşün Anatomisi”, ilmek ilmek örülmüş ve nakış gibi işlenmiş, her ayrıntının üzerinde titizlikle durulmuş bir senaryoya sahip her şeyden önce. Mahkeme safhasıyla birlikte, başarılı bir yazar olan Sandra, başarısız bir yazar olan kocası Samuel ve babasının sorumluluk hissettiği bir kaza nedeniyle görme engelli hale gelmiş 13 yaşındaki oğulları Daniel, tüm karakteristik özellikleriyle tanıtılıyorlar seyirciye. Ekonomik açıdan sıkıntı çekilen, eşlerin sık sık tartıştığı, edebi kıskançlıklar ve Sandra’nın biseksüelliğiyle zedelenmiş bir evlilik var ortada. Senaryo, bu evlilik içindeki en sert, en acıtıcı gerçekleri bile öyle yalın bir anlatımla aktarıyor ki şapka çıkartmamak elde değil. Ağır ceza yargılamalarında jüri sisteminin geçerli olduğu Fransız adalet sisteminde, mahkemedeki jüri üyeleriyle yakından tanışmıyoruz ama Justin Triet, savcının, yargıcın, avukatların, çağrılı uzmanların yaklaşımını gerçekçi bir dille sergileyerek, asıl olarak seyirciyi oturtuyor jüri bölümüne. Yanıtlanması gereken soru şu: Sandra, kocasını öldürmüş olabilir mi? Sorunun yanıtını, iki buçuk saatlik film boyunca yargılamanın tüm süjeleriyle birlikte seyirciye de müthiş gelgitler yaşatarak arıyor “Bir Düşüşün Anatomisi”. Ve asla kanıtlanamayacak bazı gerçekler söz konusu: Sandra, kocasını sevdiğini nasıl kanıtlayabilir ki örneğin?

ORTAK ÇARESİZLİK VE HUKUKUN ACZİYETİ

Genç sinema yazarı Nehir Arslan, Fil’m Hafızası’ndaki yazısında (4 Eylül), “Hikâyesini geniş anlamda hakikati bulabilmenin imkânı/imkânsızlığı üzerine kuran film, bir yandan da mahkeme ve Daniel’in mustarip olduğu ortak çaresizlik üzerinden insanlar tarafından yaratılan modern hukukun, insanlarla paylaştığı acziyeti gözler önüne seriyor” notunu düşmüştü. Evet, bir hakikat arayışı üzerine kurulu olan, yargılama sürecinde Daniel’in bile annesinden kuşkuya düştüğü, savcının sorgulaması kadar bir evlilik ilişkisinin de muhasebesinin yapıldığı film, aynı zamanda hukukun da anatomisini çıkarıyor ve adalet kavramıyla ilgili bolca soru işareti koyuyor ortaya. Bir ayrıntı olarak, yargıcın da kadın olması bu açıdan anlamlı; bilinmez, belki o da Sandra gibi “başarılı” bir kadındır ve bizim gibi Sandra’yla özdeşlik kurmuştur.
Tolstoy “Anne Karenina”ya “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır. Oblonskilerin evinde durum kötüydü” diyerek başlar ve devamında sözü “İşin en korkunç yanı, bütün suçun bende olmasına karşın suçsuz olmam” diyen karakterine bırakır. Filmde bir sonuca varılıyor elbette ama en iyisi “Evliliğe dair bütün suç bende olsa dahi suçsuzum!” demeye getiren Sandra’nın suçlu mu suçsuz mu olduğuna filmi izledikten sonra siz karar verin. Benden söylemesi, çok zor karar vereceksiniz.