03 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Faşizmin bıçak sırtında yürümek

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

ABD, 1954’te Guatemala’dan başlayarak 1960-70’li yıllar boyunca arka bahçesi olarak gördüğü Güney Amerika’da komünizmle savaş gerekçesiyle bir dizi askeri darbe gerçekleştirdi ve faşist diktatörlüklerin kurulmasını sağladı. Brezilya, Bolivya, Şili, Arjantin ve Uruguay’da binlerce insan öldürüldü, kayboldu, işkenceden geçirildi. Sivil ve askeri güvenlik personeli bizzat CIA tarafından eğitilen diktatörlükler, yalnızca gerilla hareketlerini ve komünistleri değil, kendilerine taraftar olmayan herkesi düşman olarak görüyordu.

Oyunculuk geçmişi de bulunan Manuela Martelli’nin yönetmen olarak imza attığı ilk uzun metrajlı filmi “1976” (Chile ’76), Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’nin devrilip General Augusto Pinochet’nin iktidara geçtiği 1973 darbesinin üç yıl sonrasına götürüyor seyirciyi. Giriş sekansında, darbenin etkisinin halen sert biçimde hissedildiği ülkedeki atmosferi, “sıradan” bir kaçırılma-gözaltı vakasının ayrıntılarına girmeden çarpıcı biçimde sunan Martelli, devamında üst-orta sınıftan bir aileyi tanıtıyor. Darbeyle marbeyle işi olmayan, hatta rejimle uyum içinde olduğu söylenebilecek ailenin temel direği gibi görünen Carmen, yazlık evlerinin tadilatıyla ve boya badana işleriyle ilgileniyor. Bir doktorla evli ve kocasının iş arkadaşları genellikle Pinochet yanlısı. Kızı, damadı, oğlu ve üç torununun da tatil için gelmesiyle evdeki ortam hareketleniyor. Bölgenin rahibinin, yalan söyleyerek “adi suçlu” diye bahsettiği, gerçekte ise bacağından yaralı genç bir siyasi muhalife yardım etmesini istemesiyle birlikte Carmen, genç adamın arkadaşlarıyla gizli buluşmalar yapmak dahil tehlikeli bölgeye giriyor ve bıçak sırtında yürümeye başlıyor. Carmen, kendisi de tedirginlikler yaşayan rahip dışında tamamen yalnız, çünkü çevresinde onu anlayabilecek, vicdani sorumluluğuna ortak olabilecek hiç kimse yok. İkiye bölünmüş dünyasında, korku içinde bir şeyler yapmaya çalışıyor.

DİKEN ÜSTÜNDE OTURMAK

Güney Amerika’daki faşist diktatörlükler ve yaşanılanlarla ilgili sayısız film yapıldı, Costa Gavras’ın “Kayıp”ından Marco Bechis’in “Olimpo Garajı”na açılan yelpazede bir dizi örnek Amerikancı darbelerin yol açtığı acı gerçekleri beyazperdeye yansıttı. Örneğin son yapımlardan biri olan Alvaro Brechner’in yönettiği “12 Yıllık Gece” (2018), darbe sonrasındaki Uruguay işkencehanelerine uğrayarak sarsıcı bir gerçek öyküyü, hayli sert bir anlatımla aktarıyordu. “1976” ise tümüyle başka bir yol tutturarak, darbenin nedenlerine, ABD’nin, CIA’nın rolüne vb. hiç değinmeyerek, bir küçük burjuvanın dönüşüm sürecine, iç sesinin peşine takılmasına odaklanıyor. Öyküyle, son zamanlarda pek rastlamadığım kadar uyumlu ve yardımcı nitelikli, kimi zaman tüyler ürperticiliğe ulaşan müzik çalışmasının da etkisiyle, baştan sona kadar seyirciye diken üstünde oturma duygusu veren bir ilk filme imza atmış Martelli. Carmen’in sürekli takip edildiği, telefonunun dinlendiği, her an başının derde gireceği tedirginliği ile yaralı genci sağlam bir iradeyle tedavi etmesi arasındaki denge çok iyi kurulmuş.

VİCDANIN SESİ

Uçaktan okyanusa atılan genç bir kızın kıyıya vuran cesedi ya da yaralı militanın arkadaşlarıyla kısa gizli buluşmalar, üstü kapalı tehditler ileten “dostlar”, gidişata dahil ve müdahil olmak ile kayıtsız kalmak arasındaki çelişkiye parmak basmak açısından başarıyla kotarılmış sahnelerle karşımıza çıkıyor. Bu açıdan “1976”nın Şili’de kamufle edilmiş gerçekleri ortaya çıkarmak gibi bir amacı yok, her şey herkesin gözünün olup bitiyor çünkü. Yalnızca bazılarının gözleri tamamen kapalıyken, bazılarının gözleri açılmaya başlıyor. Sinemalarımızda bugün gösterime giren “1976”, Şili diktatörlüğünün ve onu destekleyen elit orta sınıfın nabzını gerçekçi biçimde tutan, öte yandan vicdanın sesini de duyuran bir film. Seyretmenizi öneririm.