Cengiz Köse

cengiz_aut@outlook.com

Son Yazıları

Kapitalizmin mutsuz insanları

Sabahın erken saatinde toplu taşımayla işe doğru hareket ederiz. Almanya’da enerji, kira, gıda ve yakıt fiyatların tavan sınırını aştığı bir dönemde, toplu taşımayı tercih ediyoruz. Tramvay ve otobüsler, her yaştan yolcuyla dolup taşıyor.Yolculuk süresince çocuklar cep telefonlarıyla meşgul olurken, gençler dışarıyı gözetliyor, yetişkinler ise boşluğa odaklanmış ve zamanın akışına dalmış gidiyorlar.

O esnada bir şey dikkatimi çekiyor, çoğunluğun suratı asık. İşe giderken insanların ruh hali böyle olabilir diye düşünüyorum. Ancak iş çıkış saatlerinde, yine çoğunluğun mutsuz olduğunu fark ediyorum. Bu kez yorgunluktan dolaydır diye düşündüm. Ama soruna odaklandığımızda, yorgunluktan kaynaklanmadığını görebiliyoruz.

Yazının Devamı

İnsan, teknoloji ve siber güvenlik

Siber güvenlik ve siber saldırı denince ilk akla ne geliyor? Nesne mi, para mı, yoksa insanın güvenliği mi? İnsanın korunması mı öncelikli, yoksa metanın mı? Kilit soru: ‘İnsan mı sisteme, sistem mi insana uyum sağlamalı?’ Örneğin trafik ışık sistemi bireyi gideceği hedefe ‘güvenlik’ içerisinde ulaştırır. Böylece insan kurallara ve yasaklara uyum sağlarsa, kendisini korumuş oluyor. Dolaysıyla insan ile teknoloji arasındaki ilişkide ‘güven ve güvenlik’ konusu giderek önem kazanıyor.

Fiziki dünyada, önce insan – insan ilişkisi vardı. Peki insanlar bir birine nasıl güvendi? İnsanlar sosyalleşmeyle birlikte, sözleşmeyi mecbur kıldı. Sözleşmenin (agreement) temelinde insanlar arası ‘karşılıklı güven zorunluluğu’ yatar. Bir arada yaşamayı öğrenen insanların mal ve mülkleri kanunla güvence altındadır. Şirketlerin ürünleri depolarda, gümrük antrepolarında ve çelik kasalarda muhafaza edilir. Ama anahtarı insanın elindedir. Devletlerin sınırları ise mayınlarla, tel örgüleriyle, termal kameralarla korunuyor. Burada kumanda ünitesi yine insanın elindedir. Fiziki dünyanın merkezinde insan yer alıyor, fiziki saldırının karşısında insanın savunmasını görüyoruz. Çünkü fiziki dünyada, doğa kanunu olmayan her şey insanın hükmü altındadır. Özetle toplumsal yapıda insan, mülkiyet ve toprak, dış müdahaleye karşı hukukla ve hukukun namlusu olan silahla korunuyor.

Yazının Devamı

Dünden bugüne milliyetçilik

Orta Çağ’ın feodal devletlerinde iki karşıt sınıf vardı; büyük toprak sahipleri ve çalıştırılan serfler. Serfler karın tokluğu pahasına toprak sahipleri adına çalışıyor, ancak satılamıyorlardı. Feodal toplumda üretim biçimi tarıma dayalıydı. Zamanla ‘manüfaktürlerin’ gelişmesiyle birlikte, toprağa bağımlılıktan kopmalar ve efendi-kul ilişkisinde çözülmeler başladı. ‘Bilgi tekeline’ hükmeden Orta Çağ Kilisesi’nin etkisi; aydınlanmanın, bilimin ve teknolojinin karşısında kırılmaya başladı. Matbaanın icadı ve İncil’in anadillere çevrilmesi, Tanrı’nın kelamını ‘aracılar’ olmaksızın kul ile buluşturdu. Üretim ilişkilerinin giderek değişmesi, tabuların yıkılması, halkın aydınlanması ve zamanın ruhu, Yeni Çağ’ın habercisiydi.

Yeni Çağ, kimin çağı olacaktı? Kilisenin mi, kralın mı, soyluların mı yoksa serflerin mi? Bilimin icat ettiği ve tarihin akışını değiştirecek anahtar, şehirli soyluların yani burjuvazinin elindeydi. Yeni Çağ’ın kapısını burjuvazi açtı. Devrimci burjuvazi feodalizmle hesaplaşarak, kulları, serfleri ve tarıma bağlı bireyleri ‘özgürleştirdi’. Burjuvazi feodal otoritelerin, toprak sahiplerinin ve kilisenin tüm arazilerine, mallarına ve mülklerine şiddet yoluyla el koydu. Dağınık yaşayan insan gücünü bir araya topladı ve kralın yetkilerini sınırlandırarak, güçler ayrılığı temelinde kendi düzenini kurdu. Burjuvazi egemenliği ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’ adına, halka devretti.

Yazının Devamı

Kendi geleceğini belirleme hakkı

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde her fert için ‘yaşamak, özgürlük ve güvenlik hakkı’ yer alır. Alman anayasası ‘insan onuruna dokunulmaz’ sözleriyle başlar.

Evrensel temel haklar masa başında kaleme alınmadı. İnsanlığın karanlıktan aydınlığa geçişi, birikimi ve kazanımları bu değerleri tarihe yazdırdı.

Yazının Devamı

Wagenknecht’ın BSW’sine büyük yöneliş

Değerlendirme, analiz ve öngörü ‘hatalı’ olsa bile, inatla haklılığı savunulurdu ve onu düzeltecek alternatif düşünce kabul edilmezdi. Bu anlayış son yıllarda değişmeye başladı. Nasıl değişebildi? Bilimin yol gösterici ortak aklıyla şu kanıtlanmış oldu; denklemde birden fazla ‘doğru’ ve ‘sonuç’ olamaz.

Almanya’da özellikle 2020’den sonra ‘sistemi’ eleştiren, sorgulayan ve ona kırmızı kart gösteren, kitlesel hareketler yükselişe geçti. Ancak kitlesel eylemler birbirinden kopuktu ve protesto niteliği taşıyordu. Nihayet somut duruma baktığımızda, kitlesel hareketler ‘homojen’ şekil almaya başladı. Çiftçinin ayağa kalkması, işçilerin emek mücadelesi, hizmet sektörünün iş bırakma eylemleri, hatta aşırı sağa karşı gösteriler, sadece tarımın desteklenmesi, anayasal denetim veya zam talepleriyle sınırlı değildir. Halkın katıldığı eylemler hangi mevzide olursa olsun, eninde sonunda enerjisi bütünleşerek, ‘sistemin’ sorgulanmasına dönüşecektir.

Yazının Devamı

Komünist belediye başkanı dünya birincisi oldu

Londra’da bulunan “City Mayors Foundation” adlı düşünce kuruluşu, iki yılda bir en iyi belediye başkanı ödülünü açıklıyor. Söz konusu kuruluş 2023 yılının temmuz ayında, 21 ülkeden toplam 25 belediye başkanını tanıttı.

“City Mayors Foundation” geçtiğimiz günlerde, 2023 Dünya Belediye Başkanı ödülünü açıkladı. Kazanan ilk 4 arasında Quelimane (Afrika), Greifswald (Almanya) ve Dover (Kanada) belediye başkanları yer alıyor. Birincilik ise bu kez Avusturya’daki belediyeciliğe layık görüldü. Yılın dünya belediye başkanı ödülü, Avusturya’nın Graz Belediye Başkanı, Sayın Elke Kahr’a verildiği duyuruldu.

Yazının Devamı

‘Hilafet’ değil Federasyon ‘isteniyor’

İnsan, toplum ve sistem ‘isteyerek’ değiştirilemez. Her şey tarihseldir geçicidir, insanlık tarihi de böyledir. İnsanı önce büyü, sonra din ve bugün bilim yönlendiriyor. Bu tarihsel evreler ‘sistematik bir kural’ olmasa da böyle gelişti. İnsanın özlemi ve istikameti genellikle gelecek eğilimlidir. 21. yüzyılda zamanda yolculuk veya ışınlama, kimin ilgisini çekmez ki? Uzaya gönderilen ilk Türk ne kadar dikkatleri üzerine çekebiliyorsa, ‘Hilafet isteriz’ diyen Türk de o kadar dikkat çekebiliyor. Birini bilim çağı evrene yükseltirken, diğerini zaman yolculuğu çağın gerisine götürebiliyor. Ateş meşalesi, petrol lambası ve el feneri arasında çağ farkı olabilir, ancak hepsinin etkisi karanlığı aydınlatmaktır. Kullanım araçları geliştikçe insanın düşünce, davranış ve tüketim alışkanlıkları da değişiyor. Özetle teknoloji sosyolojiyi değiştiriyor. Ancak teknolojinin, üretim araçlarının ve kaynakların, hangi sınıfın elinde olduğu ve sistemin nasıl işlediği bilinmeden, ‘değiştirmek’ istediğiniz yapının gücünü ölçemezsiniz. Machiavelli’nin Söylevler’inden şu dersi çıkarıyoruz; “En zararsız ve en değersiz ‘düşman’, hakkımda atıp tutan, ancak benim gücümden bihaber olandır. En saygılı ve en tehlikeli düşman ise hakkımda konuşmayan, ancak beni çok iyi tanıyandır.”  Gelelim hilafet ve şeriat konusuna. Hangi çağ olursa olsun, toplumlar yaşam kaynağını ve varlığını sürdürebilecek ‘merkeze’ yönelirler. “Musa’nın yolu hak yoludur” diyen insanlar bile, Firavuna mecbur kaldılar çünkü buğday ambarları onun elindeydi. ‘Vadettiğiniz’ düzen mevcuttan kat be kat üstün değilse, yolda yalnız kalırsınız. Semavi dinlerin toplumsal yaşamı düzenleyen hukuki uygulamasına ‘şeriat’ denilir. Peki şeriat kendi çağında kesintisiz uygulanabildi mi? Tarihçiler, Peygamber`in ilk İslam devleti olan Medine’yi şeriatla değil, ‘Medine Vesikası’ yani anayasa ile yönettiğini yazıyorlar. Dönemin koşulları önce kabileler arası savaşların son bulmasını gerektiriyordu. Barış sağlandıktan sonra Müslüman olsun olmasın, herkes için inanç ve ibadet özgürlüğü ilan edildi. Osmanlı dönemine baktığımızda, imparatorluğun tüm coğrafyayı şeriatla yönetmesi mümkün müydü? Şeyh Edebali’nin yorumladığı Osman Bey`in rüyasının içeriği, Tevrat’ın bir ayetiyle örtüşüyordu. Konstantinopolis fethedildiğinde, Hristiyan nüfus Müslüman nüfustan daha fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İslam şeriatıyla tüm toplumu yönetemezdi, dolaysıyla Hıristiyanlara ‘istediğiniz kadar kalabilir, ibadet ve inancınızda özgürsünüz’ teminatını verdi. Ümmetten millete yaklaştığımızda, Cumhuriyet Devrimi 1924’te Hilafeti kaldırdı. Hilafet sadece İstanbul`da değil, etkilediği bütün orta doğu sahasında da kaldırılmıştı. 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı. Türkiye Cumhuriyeti 1928’de ‘devletin dini İslamdır’ ibaresini kaldırdı. Daha önce Hilafet’in kaldırılmasına Ortadoğu`da isyan eden şeriatçılar, bu uygulamaya tepki olarak ‘Müslüman Kardeşler’ adıyla örgütlendiler. Yakın döneme geldiğimizde, Fethullahçı Gladyo, Cumhuriyet hakkında şunları söyleyecekti; ‘Cumhuriyet bütün geri dönüş yollarını kapatan sistemdir’. Doğrudur, çünkü Cumhuriyet Devrimi karşı devrmi, kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırdı ve egemenliği kayıtsız şartız millete devretti. Dolayısıyla devlet kurumlarına yerleştirilen cemaat‚ doğru ‘analiziyle ‘silahla kurulan Cumhuriyet silahla yıkılır` saptamasını yapıyordu. 15 Temmuz 2016 da silahlı kalkışma oldu, ancak merkezi otoriteyi yıkamadı. Devlet kurumlarına zarar verdiği için, sistemi yönetenler kendi düzenlemelerini yapmak zorunda kaldılar. Tüm düzenlemelerin sonucu, partili Cumhurbaşkanlık Sistemi’ni getirdi. Bugün hilafet isteyenlere en etkili yanıtı Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan veriyor: “Marjinallari asla dikkate almayız. Din adamı olarak ortaya çıkıp da kadınla ilgili çok farklı açıklamalarda bulunup dinimizde kesinlikle yeri olmayan bazı içtihatta bulunan kişiler ortaya çıkıyor. Bunlar ya bu asırda yaşamıyorlar, çok farklı bir dünyada, farklı bir asırda, zamanda yaşıyorlar, çünkü İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. İslam’ın hükümlerinin güncellenmesi vardır. Siz İslam’ı 14 asır, 15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız… İslam’ın güzelliği burada zaten, önemi burada. Şimdi birçok hoca efendi tabi beni tefe koyup çalacak, o ayrı mesele. Rabbim bizi tefe koymasın, mesele orada.” Hilafetin karşısında sadece anayasa değil, Türkiye halkının çoğunluğu da duruyor. Hilafete geçit vermeyen diğer bir kuvvet ise, Silahlı Kuvvetlerdir. Bütün devlet kurumlarına, bakanlıklarına tarikat ve cemaatler yerleştirilmiş olabilir. Devlet onları kontrol altında tutmak ister veya onlar devletten faydalanmak ister. Peki şu kilit soruya nasıl yanıt verecekler; Cumhuriyet kuran ordu, şeriatla yönetilebilir mi?

Türkiye’nin mecburiyetleri anayasanın 174. maddesini, yani devrim kanunlarını uygulayacak iktidar gücünün önünü açacaktır.                                                 Buraya kadar yapmış olduğumuz değerlendirmeden ‘Federasyon’ söylentilerine gelelim. 2023’te Cumhuriyetin 100. yüzyılı kutlandı. Bazı eleştiriler, “kaybedilen Cumhuriyet nasıl kutlanır? Yüz sene önceki Cumhuriyet ancak anılır” şeklindeydi. Bunu geçen yıl 28 Mayıs sonrası birçok dünya liderinin de davet edildiği, Cumhurbaşkanlık Külliyesi’nin ortamına bağlayanlarda oldu. Tören sırasında Külliye`nin büyük salonunda Atatürk resminin ve Türk Bayrağı’nın görülmemesi, fakat ‘imparatorluğu’ çağrıştıran ortam, tartışma konusu olmuştu. Dışardan bakıldığında, “Türkiye bir ‘Federasyon’ iklimine mi yönlendiriliyor” sorusu doğru olur mu? Hatırlayalım, ABD’nin ‘düşünce fabrikaları’ ne demişlerdi? ‘Türkiye ya küçülecek ya büyüyecek.’ ‘İkna’ olan hâkim sınıfların bazı aktörlerine göre diğer anlamı şöyledir: ‘Üniter devlet Türkiye’yi küçük tutuyor, ancak federasyon büyütür. ` “Kemalizm ve Cumhuriyet’in modası geçti Türkiye ancak Ilımlı İslam’la devam edebilir” diyenler, yine aynı merkezdendi. ‘Federasyon’ konusunu sokaktaki vatandaş konuşsa herhangi bir etkisi olmaz. Ancak hükümetler ve iktidarlar tarafından gündeme getirildiğinde, ister istemez dikkatleri üzerine çekiyor. Geçmişte de böyle olmuştu, örneğin 12 Eylül darbe şefi Kenan Evren’in, Türkiye’yi 8 eyalete bölen federasyon ‘planı’ vardı. Turgut Özal bunu reddetmişti, çünkü başka plana ‘ikna’ olmuştu. ‘Bir koyup üç alacağız’ yani Irak’ın kuzeyi iltihak edilecekti. Erdal İnönü de dönem dönem eyalet sistemini dile getirmişti. Günümüze geldiğimizde hükümet mevzilerinden yine ‘federasyon’ gündeme gelebilir. Başlangıcı Cumhur İttifakını ve hükümeti destekleyen HüdaPar yaptı. ‘Federasyonu tartışmaya açalım’ çağrısı, hükümetten ve ‘hilafet’ isteyenlerden bağımsız düşünülemez. Diğer yandan Anayasa tartışmaları ve devlet kurumları arasındaki gerilimin arkasında ‘Federasyon’ tartışması yatabilir mi? Çünkü üniter devlet ve anayasa ‘federasyonun’ önünde en büyük engeldir. Dolayısıyla anayasa neden ısrarla değiştirilmek isteniyor? Federasyon neden tartışmaya açılıyor? Önceki hükümetler ‘federasyonu’ dile getirdiğinde, genelde mevcut ‘merkezi’ sistem eleştiriliyordu. Hâkim sınıfların bazı aktörleri ‘dünya %60 federasyonlarla idare ediliyor’ görüşünü ileri sürüyorlardı. Merkezi sistemin zaafı şöyle tarif ediliyordu: ‘Merkezi darbeciler ele geçirdiğinde darbe oluyor’. Birçok tarikat ve cemaat de ‘merkezi’ sistemden şikayetçi. Bunu geçen gün İsmailağa Cemaati`nden Cübbeli Ahmet Hoca’da aktarmıştı. Koalisyon hükümetlerinin Türkiye’yi ‘federasyona’ dönüştürecek güçleri yoktu, fakat bugün farklı bir durum söz konusu. Türkiye’de ‘asla olamaz’ deniliyordu, ama son yirmi yılda neler olmadı ki? Tek partili döneme geçiş, başbakanlığın kaldırılması, darbe girişimi, partili Cumhurbaşkanlık sistemine geçiş, TRT Kürtçe yayını, 90`larda kimin aklına gelirdi? Sayın Ertan Özyiğit YouTube kanalında şu paylaşımı yaptı; “Üst akla göre, Kerkük ve Musul birgün Türklere verilecek.” Asla olmaz diyebiliriz, ancak BOP’cu (Büyük Ortadoğu Projesi) ve ‘yeni Osmanlıcı’ çevrelerde, büyük heyecan yaratıyor. Onlara göre denetim Türkiye’ye ‘verilirse’ ve sonra toprak dahil edilirse, Türkiye küçülmez tam tersine büyür. Bunun diğer mesajı ‘Kürt sorununu’ çözen Türkiye, artık bölünmez tam tersine büyür. ‘Büyümesi’ için yeni bir ‘çözüm süreci de’ gündeme getirilmek istenecektir, Türkiye dışındaki PKK saldırıları bu çerçevede okunmalı. DEM Parti`nin de ‘ilkelerimiz çerçevesinde herkesle görüşebiliriz’ açıklaması, sadece yerel seçimlerle sınırlı olmadığı, iktidara bir mesaj olduğu düşünülebilir. Öcalan savunmasında, “Kürt sorununu çözen Türkiye bölgede süper güç olur, bizde Türkiye Cumhuriyeti’nin destek gücü oluruz” sözleri, BOP ve federatif yapıyla ‘paralellik’ gösteriyor. ‘Federatif’ çözüm aynı zamanda büyük Ortadoğu projesini ve yeni ‘Osmanlı projesini’ tekrar canlandırır.

Yazının Devamı

Alman çiftçisi neden ayakta?

Koalisyon hükümetinin çiftçilik ve tarımcılık aleyhine öngördüğü düzenlemeler, bardağı taşıran son damla oldu. Düzenleme, çiftçilik işletmelerine verilen mazot sübvansiyonunu kısıtlamayı ve adım adım sonlandırmayı, ayrıca araç vergi muafiyetini kaldırmayı hedefliyor. Alman çiftçisi hükümetin bu girişimlerine karşı, ülkenin her yerinde eylemler başlattı. 8 Ocak’ta çiftçiler Almanya genelinde traktörleriyle trafik akışını durdurdu. Hükümet araç vergi muafiyetinin kaldırılmasıyla ilgili, geri adım attı ve bu uygulamayı şimdilik askıya aldı. Ancak çiftçiler mazot sübvansiyonunu kaybetmemek için, eylemlerini büyütmede kararlı. Eylemler 15 Ocak’ta büyük buluşmayla Berlin’de yankısını gösterecek. Çiftçilerin ayağa kalkması, Almanya’da 1989’dan bu yana görülmemiş en geniş kitlesel katılıma dönüşeceğini işaret ediyor. Sadece çiftçiler değil, eylemlere diğer meslek dallarından da insanlar katılım sağlarken Polonya, Hollanda ve Çekya gibi komşu ülkelerin nakliyecileri ve çiftçileri de Almanya’ya gelerek, eylemlere destek veriyor. Aynı günlerde demiryolları branşı da iş bırakıyor. Sağlık sektörüde sesini yükseltmeye hazır. Uzmanlara göre toplumun yüzde 3’ü sokağa çıkarsa, halk hareketi Berlin’i sallar ve hükümetin istifasını zorlayacak bir boyut kazanır.

Çiftçilerin traktörlü eylemleri ilk değildir. Son yıllarda ve geçtiğimiz aralık ayında yine yollarda ve Berlin’deydiler. Dışardan bakıldığında çiftçi eylemlerini Alman Ziraat Oda’sının (Deutscher Bauernverband) organize ettiği görülmektedir. Diğer yandan muhalefetteki CDU/CSU partilerinin desteğiyle olduğu söyleniyor. AfD’de çiftçilerin eylemini desteklediğini ve hükümet politikasının iflas ettiğini açıklıyor. Ancak AfD’nin parti programında da tarıma sübvansiyonun kaldırılacağı yazıyor. Ana akım holding medyası ise ‘aşırı sağın’ çiftçi eylemlerinin arkasına saklandığını ileri sürüyor. Alternatif medya ana akımı eleştirerek şöyle vurgu yapıyor: “buradaki amaç her kesimden destek görmeye başlayan eylemlere katılımı azaltmaktır.” Canlı görüntülerin bazı bölgelerde ‘engellendiği’ öne sürüldü. Baverya, Berlin ve Hamburg’da Web kameralar ‘çalışmadı’. İlgili trafik daireleri ‘teknik arıza’ olduğunu bildirdi.

Yazının Devamı

Tiranın, diktatörün ve prensin sonu

İnsanlar kendi ihtiyaçlarını başkalarına muhtaç olmadan karşılayabilselerdi, sosyal varlık şeklinde gelişmelerine gerek kalmazdı. İnsanlık tarihinin bir evresinde avcı ve toplayıcılar, aralarında yırtıcı hayvanları yenebilen en güçlü olanı baş seçer ve buna itaat ederler. Bu kişi, büyücüyle birlikte topluluğu kontrol altında tutmayı başarır. ‘Siyaset’in kökenini buralara kadar götürebiliriz, çünkü siyaset yöneten ve yönetilen ilişkisidir. Sınıflar öncesi dönemde ‘güçlü ve büyücü işbirliği’ zayıfı yönetiyordu, Tanrılar ise insanüstü doğa olaylarına yani karanlığa, aydınlığa, rüzgara, soğuğa, sıcağa ve yıldırıma hükmediyordu. Başlangıçta insan sayısı az ve etkilediği coğrafya sınırlıyken, Tanrıların sayısı çoğunluktaydı. Tersi geliştiğinde tanrılar birer birer yok oldu ve tek tanrı kaldı.

Yerleşik tarım topluluğuna geçiş ve uygarlığın gelişimi devam ederken, barbarlık hala varlığını sürdürüyordu. Tarım alanlarında dağınık yaşayan insanlar, barbarların saldırılarından kendilerini koruyamıyorlardı. Şartlar dağınık insanları bir araya toplamayı ve ilk şehir devletlerinin ortaya çıkmasını zorladı. Toprak, mal ve mülkiyet sahibi aileler, şehir devletlerinde söz sahibi oldular. Bu sınıf toplum ve devlet düzenini belirlemede önemli rol oynadı. Dış saldırılara karşı silahlı gücün oluşması ve bu silah tekeline kumanda edecek iktidar biçimi tiranlık, diktatörlük, prenslik ve daha sonra cumhuriyet oldu. Roma ve Akdeniz şehir devletlerinde toplumu oluşturan sınıflar; soylular, yerliler, yabancılar ve kölelerden oluşuyordu. Devlet ve toplumun en ideal yönetim biçimini soylular belirlemek istese de, nihayet doğanın koşulları coğrafya ve süreçler daha belirgin oldu. Bir şehir devleti sürekli iç ve dış tehditlerle karşı karşıya kaldığında, başında tiran eksik olmazdı. Tehditler ortadan kalkmış olsa bile, tiranın varlığı devam ederdi. Çünkü ‘tehditler’ sayesinde devlet kurumlarında kendisine mümkün olduğunca, çok sayıda ‘suç ortağı’ bağlamıştır. Suç ortakları sustukça tiran konuşmaya, bağırmaya, çağırmaya devam eder ve ömrü uzardı. Etrafındakiler ona ‘hükümdarım çok yaşa sen her şeyi bilensin’ dedikleri müddetçe, tiran kendi vahim hatalarını göremez ve sonunu kestiremezdi. Tiranın sonu uzaktan gelen tehditle değil, en güvendiği yakınından gelecektir. Geleceği ve tehlikeleri gören, ancak günün birinde yanılgıya düşen kâhin, tiranın sonunu hazırladı. Tiranlıktan sonra yeni başlangıcı toplumun mecbur kaldığı diktatör yapar, çünkü eski tiranın tüm ilişkilerini ancak yeni bir iktidar gücü çözebilir. Diktatörün eline geçen güç, bir gün kendisini ve tüm kurmaylarını olduğunun karşıtı yapar. En güçlü döneminde en anti demokratik yasaları yürürlüğe koyar. Diktatörün sonunu kıtlık, salgınlar ve toplumun yozlaşması getirecektir. Diktatör çöküşünü fark ettiğinde, bu kez aksine en demokratik yasaları ilan eder, ancak kaçınılmaz sonu önleyemez. Roma örneğinde diktatörün başvurabileceği bir yöntemi daha vardır. Oda kendisinden ve halktan daha güçlü olan, hatta sonsuz gücü olan bir otoriteyle iletişimde olan kurumla, işbirliği yapmasıdır. Roma’nın Pagan dini, imparatorluk coğrafyasında etkili olmadığından, Papalık kurumu ve Hıristiyan dini diktatörün ömrünü uzatmıştır. Artık Roma’nın başında sadece bir diktatör yoktu, tek tanrıyla iletişim kuran Papa’yla hareket eden bir otorite vardı. Gücünü ölçemediğiniz, biçemediğiniz ve kestiremediğiniz ‘otoriteye’, savaş açamaz ve onu yenemezsiniz. Büyük insan topluluklarını ve coğrafyaları tek tanrının yardımıyla yönetmek, Roma’nın egemenliğini ve varlığını uzattı. Diktatörlük dönemleri de böyle devam etti. Taaki halk din adına savaşlarda helak olana kadar, paralı askerlere ödemeler tükenip ve şehir devletleri yıkılana dek.

Yazının Devamı

Marx ve 21. yüzyılın ekonomi politiği

21. yüzyıl dijital teknolojilerin ekonomi politiğini doğru okuyan, kapitalizm sonrası yeni toplumu gören, Doğal Zekâ Çağından Yapay Zekâ Çağına geçişi analiz eden ve sınıflı toplumdaki üretim biçiminin çözüleceğini öngören ‘MARX’IN MAKİNELERİ’ adlı yeni eser, Kaynak Yayınları’ndan çıktı. Eserin yazarı sayın Kuntay Gücüm’ün kalemini, birikimini, bilincini ve öngörü kuvvetini taktir ediyoruz. Düşünce dünyamıza büyük katkı sağlayacağını şimdiden söyleyebiliriz. ‘Marx’ın Makineleri’ incelendikten sonra, ufuk açıcı etki yaratacağına ve yeni çalışmaların önünü açacağına inanıyorum. Kitaptan ilham alarak bazı düşüncelerimi içeriğiyle birlikte paylaşmak istiyorum. Marx’ın tarihe damgasını vuran sözleri ‘filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır, oysa asıl mesele dünyayı değiştirmektir’ 18. yüzyılın sonuna doğru ifade edilmiş olsa da, çağlar boyu güncelliğini koruyor. Çünkü evrende ve doğada her şey değişmektedir. Bugün faydalı olan insan zekâsına dayalı icatlar, sistemler ve düzenler, yarın zararlı hale geldiğinde insan tarafından değiştirilebilir. Madde temelli üretimde bir gün ‘aşılabilir’. Tabiatta gölge hariç, fiziksel olan her şey üç boyutludur. Üç boyutlu madde içerisindeki en küçük çekirdek olan atom, doğal haliyle ‘bölünmezdir’. Kendisinden büyük olan bölünebilir. Atom içerisindeki hareket olmazsa, maddenin yoğunluğu ortadan kalkar ve madde bütünlüğünü yitirir. Maddeden söz etmişken, bilime şöyle bir anlam yükleyebiliriz; bilim parçadan yola çıkarak bütünlüğü hedeflemektir. En küçük parça üzerinde ‘bilimsel analiz’ yapılabilir veya parçanın bütünlük içerisinde önemli fonksiyonu olabilir, ama bilim bütünlüğü faydalı hale getiren sonuçtur. Bilimsel Sosyalizmi tüm felsefelerden ayıran gerçekliği, tarihsel-toplumsal ve teknolojik süreçleri parçadan - bütüne doğru tahlil etmesidir. Bilimsel Sosyalizm kuramından önce ücretli işgücü ‘bireydi’ ancak sosyalizmi bilimle birleştirmenin hayattaki karşılığı, örgütsüz işçileri ortak sınıfta birleştirerek sınıf  bütünlüğüne kavuşturmaktır. Sınıfa önderlik edecek öncü parti de, tek tek üyelerden meydana gelir ve ortak akılda ideolojik bütünlüğü sağlar. Yukarıda Marx’tan yola çıkarak diyalektik maddeciliği, bilimi ve bilimsel sosyalizmi özetlemeye çalıştık.

Yazının Devamı

Almanya içindeki ABD

‘Almanya içindeki ABD’ başlığını okuyan herkesin aklına, öncelikle Almanya’daki ABD askerlerinin varlığı gelebilir. Bu doğrudur, ancak asker bulundurma dışında siyasi, ekonomik, hukuki ve kültürel etkinin de bir o kadar güçlü olduğu unutulmamalıdır. Almanya’daki ABD etkisine karşı, çeşitli kesimlerin tepkisi de bir gerçektir. Tepkilerin nedenleri şöyle özetlenebilir; ‘Almanya hala işgal altındadır, barış imzalanmadı’, ‘Almanya’nın özgür ve bağımsız Anayasası yoktur ‘Grundgesetz’ (temel kanun) geçicidir’, ‘Doğu Almanya’nın serveti kayyum aracılığıyla Batılı ve ABD’li tekellere peşkeş çekildi’.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’nın batısı, ABD’nin denetimine geçti. Tarihçiler Almanya’nın kapitülasyon yaptığını yazar, yani kendi topraklarında yabancı bir devletin egemenliğini kabul eden sözleşme. ABD o dönem 250 bin askeriyle üsler kurarak, ‘ikamet sözleşmesi’ çerçevesinde, Almanya ve Avrupa’nın “güvenliğini” sağladığını ileri sürüyordu. Bu yılın haziran ayında “Air Defender 23” tatbikatı kapsamında, ABD komutanları amaçlarının yine Almanya ve bölgenin güvenliği olduğunu söylediler. ABD’nin kendi toprakları dışında en çok askeri üssün bulunduğu ülke Almanya’dır. Batı Almanya’ya konuşlanan ABD Ordusu, son 70 yılda küçük, orta ve büyük çapta yaklaşık 25 tane üs inşa etti. Artık tesadüf mü yoksa ‘güvenlik’ amacıyla mı, en büyük ABD üsleri, Almanya’nın stratejik üretim tesislerinin yakınlarındadır. Bu üslerde görev yapan yaklaşık 39 bin asker ve aileleri için, çevrede ‘özerk’ bölgeler kurulmuştur. Evet abartı değil, gazeteci Mirko Drotschmann you tube kanalında bu konuyu çok güzel özetliyor. ‘Özerk’ denilen bölgelerde Almanca dili geçersizdir. Almanya’nın anayasası, kanunları, eğitim sistemi ve ürünleri de geçersizdir. Bazen sızan haberlere göre, anlaşma dışı olan Alman hava sahası bile kullanılmaktadır. ABD’nin izni olmadan burada kuş uçurtulmaz. Çünkü nükleer silahların, sihaların ve dronların bulunduğu bu üslerden, operasyon amacıyla Orta Doğu’ya ve Afrika’ya yönlendirmeler yapılıyor. ABD askerlerinin Almanya’da dokunulmazlığı da ayrıca dikkat çekicidir. Bu bölgelerde kreşler, okullar, marketler, ürünler, konutlar ve ulaşım araçları, Made in USA menşelidir. ABD doları dışında para kabul edilmiyor. Üslerdeki ticari faaliyetler, Alman vergisinden muaftır. ‘Almanya içindeki ABD’nin’ varlık nedenlerinden biri, ABD askerleri ‘vatan hasreti’ çekmesin ve burada kendilerini evinde hissetsinler şeklinde ifade ediliyor. Almanya ABD askerlerinin varlığı için, “ikamet sözleşmesi” gereğince 2015’den bu yana, yıllık 30 milyon avro ödeme yapıyor. Sermaye çevrelerinin ‘Federal Almanya’nın altyapısı ABD’nin yardımıyla inşa edildi’ propagandası, toplumun bazı kesimlerinde hala karşılık buluyor. ABD üslerinin etrafındaki Alman iş yerleri ve esnafları, kârın %50’sini ABD üsleri sayesinde elde ediyoruz demeleri, sermaye açısından anlamlıdır. Herkes yabancı askerlerin gitmesini istese bile, sermaye kalın der. ABD askerleri üslerin dışında da güvenlik sağlıyor. Örneğin Avukat Christian Solmecke’nin açıklamasına göre, ABD askerlerine güvenlik gerekçesiyle Nürnberg tren garında devriye yetkisi veriliyor. Çünkü Alman güvenlik güçleri ‘yetersiz’ kaldıkları için, yardım ediliyormuş.

Yazının Devamı

Alman şirketleri Türkiye’ye taşınıyor

Alman şirketlerinin Türkiye’de yatırım yaptıkları on yıllardır bilinmektedir. Bunların arasında ‘dünya markaları da’ var. Almanya Ticaret Odası kaynaklarına göre, 7000’den fazla firma temsilciliği Türkiye’de kayıtlı.Bu firmaların merkezlerinin Türkiye dışında olduğu da malumdur.Ancak Alman bir firmanın Almanya’da kendisini lağvedip ve tamamen Türkiye’ye yerleşmesi, alışık bir durum değildir. Mesela Baveryalı bir tır ve otobüs şirketi, 50 yıl önce Almanya dışında en büyük üretim tesisini Ankara’da kurmuştu, ama Avrupa’da da üretimini sürdürdü. Günümüzde farklı gelişmelerin olduğunu görüyoruz. Örneğin kökleri 150 yıl öncesine uzanan bir seramik yapı şirketi, Saarland eyaletindeki faaliyetlerine son vererek, üretimini tümden Türkiye’ye taşıdı. Öyle gözüküyor ki bunun devamı gelecek gibi. Kapitalist devletlerin sadece şirketleri değil, vatandaşları da ‘B’ planını düşünmeye başlıyor. Mesela Kanada’da Almanların yerleştiği bir bölge oluşmuş. Buraya daha önce yerleşen bir yatırım uzmanı gelmek isteyenlere yol gösteriyor.Sermayenin yer değişimi, araç gereç ve bilgi dışında nitelikli insan kaynağını da gerektiriyor. Bu gelişmelerden yararlanarak, Almanya’da bulunan son nesil Türk-Alman vatandaşı gençlerde yer değiştirmeye başladı. Şirketler günlük iş süreçlerinde kolaylık sağlayabilecek, hem nitelikli hem de Almanca-Türkçe köprü görevi yapabilecek elemanlara, sürekli ihtiyaç duyuyor. Almanya Dışişleri kaynaklarına göre son on yılda sayıları 40 bine varan ‘Alman-Türkleri’ burayı terk ederek, Türkiye’ye yerleşmiş. Geçen yıl yaklaşık 6 bin insan ‘temelli dönüş’ yapmış.Alman girişimcilerin sadece Türkiye’ye değil, Çin ve Dubai gibi ülkelere yatırım amaçlı odaklanmaları, dünya sermayesinin de dikkatini çekmekte. Bu bağlamda ABD merkezli sermaye çevrelerinin de, Alman şirketlerine tekliflerde bulunmaları ve ABD’ye çekme girişimi, gündem konusu olmaya başladı.

Avrupa’daki ekonomilerin aleyhine işleyen süreç, Alman şirketlerine burada ‘zararına’ devam etmeyi ya da dış dünyaya açılarak, kâr yapabilecek imkanları zorlamayı dayatıyor.Pandemi döneminde ekonomilere kilit vurulmasının olağandışı sonuçları, kısa vadede aşılamadığı ortaya çıkıyor. Avrupa’nın enerji kaynağı olan Rusya – Almanya doğalgaz hattının, terör saldırısıyla kopartılması, Almanya’nın en büyük üretim tesislerini olumsuz etkiledi. Bu etki domino taşlarını birer birer deviriyor ve çeşitli branşları yıpratıyor. ABD’den deniz yoluyla satın alınan en pahalı sıvı gazın, burada inşa edilen yeni sistem tesislerinde kullanıma hazırlanması, yüksek maliyete neden oluyor. Yüksek maliyet elektrik ve akaryakıt faturalarında, tüketicilerde kendisini en acı biçimde hissettiriyor. Tüm iş branşları da acı reçeteden nasibini alıyor ve tasarruf arayışlarına yöneliyor. Sabit sermayenin sabitsizleşmesi ve işçilik maliyetleri günün sonunda beklenen kârı olumsuz etkiliyorsa ve ufukta bunun sonu gözükmüyorsa, girişimciler oturup düşünmeye başlar.Çıkış yolu arayışı şu soruyu yöneltiyor; burada olmuyorsa, dünyanın başka yerinde kazanabilir miyim? Önceki yıllarda AB’ye katılan Balkan ve Doğu blok ülkelerine de sermaye ihracı olmuştu. Burada da ucuz işçilikle daha çok kâr hedefleniyordu, ancak bu ülkelere ilgi ve trend düştü, çünkü enerji sorunu tüm Avrupa kıtasını kapsıyor.Sermaye açısından vergilerin, maliyetlerin ve işçilik giderlerinin, Almanya’dan çok daha düşük ancak çalışma saatlerinin daha uzun olduğu, yatırım cenneti keşfedilmeli. Arzulanan en ideal model, sosyal devlet ve sendika müdahalesinin büyük oranda devre dışı kaldığı modeldir.Bu modelin mimarı küresel ideologlardır. ‘Küreselleşme’ Avrupa’daki girişimcilere şunu ‘öğretti’: “Yatırımını üretimin en ucuz olduğu yere yapacaksın!”Küreselleşme dayatmalarına karşı ‘Alman milli burjuvazisi’ diye bir sınıfın yükselişi olmadı. Ancak halk içerisinde ve bazı siyasi partilerde ‘milliyetçi’ tepkiler büyüyor. Bugün dünyanın bir tarafı üretiyor, diğer tarafı tüketiyor. ‘Herkes’ ucuz yerden satın alıyor.Dolaysıyla şirketler üretim ekonomisiyle spekulasyon ekonomisi arasında, karar vermeliler.O halde Almanya’dan, daha düşük maliyetle daha verimli üretim yapılabilecek, yer bulunmalı.

Yazının Devamı

‘İdeoloji’ biyolojiye karşı

Tarihi, çağın egemen sınıfları yazar. Her geçen gün tarih oluyor. Tarih yazılımı aynı zamanda ideolojiktir. İdeoloji ise bir sınıfın kendi lehine olan fikir bütünlüğüdür.

Bugünün egemen sınıfları, dünyanın gündemini belirliyor. Hangi konuların ‘egemen’ olmasını, yine onlar kararlaştırıyor. İster gerçek ister suni gündem olsun, önemli olan bunu hedefe kadar canlı tutmaktır. Ancak doğada olduğu gibi, her şeyin karşıtı er veya geç kendisini göstetrir. Örneğin Göbekli Tepe gibi. Günümüz dünyasında öne çıkan üç “suni” gündem konusu, vertikal hiyerarşiyle yani yukarıdan aşağıya doğru, toplumlara dayatılmaya çalışılıyor.

Yazının Devamı

Finans krizinin ‘istenmeyen’ çocuğu AfD

Güncel kamuoyu anketleri AfD’nin (Almanya için Alternatif Partisi), yüzde 20’leri aşarak ikinci sıraya yükseldiğini gösteriyor. Hükümetteki partileri bile geride bırakan AfD’nin başarı hikayesi, dikkatle analiz edilmeli.

AfD nasıl doğdu? Bu doğumun sebebi ve AfD’nin sınıfsal kökeni ele alınmadan, sonucu anlayamayız. AfD küresel kapitalist sistem krizi içerisinden çıktı. AfD, 2008 – 2010 küresel finans krizini yaratan ‘elitleri’ eleştirdiği için, ‘istenmeyen’ çocuk olarak doğdu. Örneğin AfD’nin yöneticilerinden biri, ABD’li Goldman Sachs yatırım bankacılığından geliyor.

Yazının Devamı

Çoğunluğun gücü ve azınlığın onuru

Toplumun işleyişini belirleyen de bu kimliktir. Vatandaşlık, etnik aidiyet, ulus veya dini kimlikler gibi değerler değildir. Milyonların temel ihtiyaçlarını, sadece ve sadece ekonominin motor gücü olan sınıfsal kimlikler üretiyor. Avrupa’da bu kimlikler içerisinde yerliler kadar yabancılarda dahildir. Mesela bütün yabancıları ‘islamofobiyle’ damgalayabilirsiniz, ana dillerini yasaklayabilirsiniz, ya da etnik kökenlerine göre egemen kültürden dışlayabilirsiniz, gettolaşmaya zorlayabilirsiniz; bunların hiçbiri toplumsal üretimi engellemez.

Fakat bütün çalışan yabancılar 1 günlük iş bıraksa? Sistemin çarkı döner mi? Avrupa Birliği’nin merkezi devletlerinde üretilen artı değerden, hakim sınıf zenginleşirken orta sınıf ile alt sınıfın pastadaki payı, azalmaya başladı. Avrupa’nın ‘zenginliği’ tarihsel sömürgeciliğe, ırkçılığa, üstün teknolojiye ve yabancı iş gücüne dayanmaktadır.                                                                     

Yazının Devamı

Yapay Zeka’nın işçi sınıfıyla yer değişimi

Ufukta madde temelli üretimin ve işçi sınıfını ortadan kaldıracak koşullar olgunlaşmadan, sınıfsız topluma gidecek yolun inşası hızlanamaz.

Marx, dönemin Kuzey Amerika kıtasına bakarak, köleliği ortadan kaldırmayı hedefleyen tarafa dikkat çeker. Marx’ın yanındaki aydınlar Lincoln’da burjuvadır niye ‘destekleyelim’ şeklinde eleştirirler. Marx bilimin ışığından hareket ederek, “bir sınıfın azalacağı” temelinden gelişmelere odaklanır. Köle sınıfını hangi kuvvet ortadan kaldırırsa kaldırsın, zamanın baş çelişmesinde en önemli dönüm noktasıdır. Çünkü Marx bir sonraki tarihi adımı görür. Güneydeki kölelerin ‘bedensel özgürlüğü’ kuzeydeki işçi sınıfıyla da birleşmelerini sağlayarak, bir sınıfın yok olmasına ancak var olanın güçlenmesine yol açacaktır. İnsanlığın birgün sınıfsız toplum evresine yükselebilmesi, ütopyadan gerçekliğe doğru adım atacağı basamaklar belirleyecektir. Sınıfsız toplumu hedefleyen yolda çıkacak sorunları aşabilme ve yolun inşası, bilimin ışığına göre ilerleyecektir. Marx’tan günümüz dünyasına uzanarak, şöyle bir soruyla başlayalım: “Sırada hangi sınıfın sonu gözüküyor?”

Yazının Devamı