Son Yazıları

Wim Wenders’ın Hirayama türküsü

43. İstanbul Film Festivali’nin onur konukları olarak geçen hafta kentimize gelen Alman yönetmen Wim Wenders ve Japon aktör Koji Yakusho’nun birlikte hayat verdiği “Mükemmel Günler” (Perfect Days) filmi, festivalin en çok ilgi gören yapımlarından biriydi. Halen dijital platform Mubi’de de gösterimi süren film, Tokyo’daki umumi tuvaletlerde temizlikçilik yapan 70’lerine merdiven dayamış bir adamın rutin yaşamından, iç dünyasından, doğayla barışıklığından kesitler aktarıyor ve 14 milyonluk yüksek teknolojili bu dev metropoldeki küçücük bir noktaya odaklanıyor. Koji Yakusho’nun olağanüstü bir performansla canlandırdığı Hirayama’nın geçmişi hakkında bilgi vermiyor Wim Wenders. Filmin ilerleyen bölümlerinde bir yeğeni ve hali vakti yerinde, özel şoförlü, belli ki üst sınıftan bir kız kardeşi olduğunu görüyoruz sadece. Annesiyle tartışıp evden kaçan yeğeniyle bisiklete binerken, Hirayama ve kız kardeşinin “farklı dünyalarda” olduklarını öğreniyoruz; “dünyada, farklı dünyalar var” diyor. Tahmin ettiğimiz şey, Hirayama’nın hayatı boyunca tuvalet temizlememiş olduğu. Kısa karşılaşmalarında kız kardeşinin sarf ettiği birkaç cümleden biri, “Gerçekten tuvalet mi temizliyorsun?” oluyor. Belki de geçmişinde bir travma mevcut. Kitap okumayı seviyor, küçük dairesinde bir kütüphanesi ve müzik kaseti koleksiyonu var. Gün doğarken alarmla değil, sokağı süpüren komşusunun çıkardığı sesle kalkıyor, dünyaya ve ağaçlara gülümsedikten sonra kırık dökük minibüsüne atlayıp tuvaletlerin yolunu tutuyor. Öğle yemeğini yediği parkta hep aynı kızı görüyor, hep aynı ağaçların fotoğrafını çekiyor ve çok az konuşuyor.

Hirayama, Akira Kurosawa’nın “Dersu Uzala”sını (1975) akla getiren bir karakter. Doğayla, hafiften ayinsel-törensel bir ilişkisi söz konusu. Bir kahraman da değil, anti-kahraman da… Tokyo gibi bir kentte, teknolojiden, insanlardan kaçmak gibi bir derdi yok. Her sabah evinin önündeki otomattan soğuk kahvesini alıyor. Her gün temizlediği tuvaletler de bir teknoloji göstergesi sonuçta. Ama örneğin CD-DVD çağına geçmemiş, tümü İngilizce olan ünlü şarkıları eski usul kasetlerden dinliyor, Spotify’den de haberdar değil. Tıpkı Wim Wenders’ın genel olarak “Mükemmel Günler”e vurduğu estetik damga gibi alabildiğine sade, yalın, yalnız bir kişilik var karşımızda. Pek çok ayrıntı, Hirayama’nın Haruki Murakami romanlarından fırlayıp gelmiş birisi olabileceğini akla getiriyor ama Murakami karakterlerinden temel farkı, yaşamında hiçbir sürpriz, hiçbir olağanüstülük ve gerçek-dışılık olmaması. O, bizzat yaşamın kendisini bir sürpriz olarak gören, kendi gölgesini kovalayan bir aydın-emekçi.

Yazının Devamı

ABD’de gelecek şoku: İç Savaş

Yeni bir başkanlık seçimine doğru ilerleyn ABD, Biden’ın galibiyetiyle sonuçlanan bir önceki seçimden kalan tüm krizleri ve ruhsal bölünmüşlüğü şiddetli biçimde yaşamayı sürdürürken, örneğin kısa süre önce Texas ve pek çok eyalet isyan bayrağını bir kez daha çekmişken, toplumsal kaygı ve korkular da popüler kültüre yansımaya devam ediyor. “Ex Machina” (2014), “Unnihilation (2018) gibi kaliteli işleriyle tanıdığımız İngiliz yönetmen Alex Garland’ın son filmi “İç Savaş” (Civil War), adından da belli olduğu üzere sorunların yasayla hukukla ya da süper kahramanlar sayesinde değil toptan boğazlaşmayla çözülmek istendiği bir ABD manzarası sunuyor. Çatırtıların duyulduğu ABD iç düzeni, karakolluk olmayı bırakın, tarafların silahla birbirine girdiği bir gelecek vaat ediyor ve Garland da filminde bu “gelecek şoku” tasvirini yapıyor. Hatırlayalım, Kovid-19 pandemisi dönemini neredeyse bire bir önceden haber veren filmler şaşkınlık yaratmıştı. Hayatın sanatı taklit ettiği nice örnek gördük şimdiye kadar. “İç Savaş”ı da bir tür “haberci” gözüyle algılamak mümkün.

Yakın gelecekte, iç savaşın tüm hızıyla sürdüğü ABD dekorundayız. Güçlerini birleştirmiş Texas ve Kaliforniya’nın diğer 17 eyaletle birlikte “Batı Kuvvetleri”ni oluşturarak Washington’a karşı harekete geçtiği, arada adı duyulan “Portland Maocuları” gibi grupların da dahil olduğu, başı boş silahlı milislerin terör estirdiği, kanın gövdeyi götürdüğü bir Amerika var karşımızda. Film bu kanlı kaos içinde biri acemi çaylak dört gazetecinin Başkan’la belki de son bir röportaj yapmak için New York’tan Washington’a doğru çıktıkları yolculuğu öykülüyor. Rengine, kökenine, nereli ve “hangi tür Amerikalı” olduğuna göre hayatta kalabildiğin koşullarda ve kentlerden dumanların yükseldiği bölünmüş ABD’de çıkılan bir ölüm-kalım yolculuğu bu. Ama Alex Garland, bu atmosferde alışıldık bir “aksiyon filmi” çekmemeye gayret ediyor ve kahramanlarımızın gazetecilik reflekslerini, mesleki çabalarını öne çıkartıyor.

Yazının Devamı

Sinemamızda Türker İnanoğlu yöntemi

Yasası ve düzeni bulunmayan, devlet desteğinden mahrum, kendi yolunu kendisi çizmeye çalışan, endüstrileşmeye direnen, star sistemi altında emekçilerin, figüranların alabildiğine sömürüldüğü Yeşilçam’da kendince düzen kurmuş bir yapımcıydı Türker İnanoğlu. Bu kırık dökük düzenin imparatorlarından biriydi. Sinema tarihçisi ve eleştirmen Giovanni Scognamillo’nun, İnanoğlu’nun yaşamını anlattığı kitabının adı “Bay Sinema”dır (Doğan Kitap, 2004) ama o kendisini öncelikle bir işadamı olarak tanımlamış, işinin çerçevesini “halk için, geniş kitleler için aile filmleri yapmak” olarak çizmişti. İnanoğlu, Yeşilçam sokağındaki ruhani Hollywood’luydu bir bakıma. Klasik “sinema ağalarından” biri değildi. Filiz Akın ve Gülşen Bubikoğlu gibi yıldızlarla evliliklerinden, kurduğu vakfa (Tür-Vak) ve oluşturduğu ilk sinema müzesine kadar hep sinemanın içinde nefes alıp verdi, başka bazı yapımcılar gibi sinemadan kazandığını inşaata vb. yatırmadı ve değişimlerin nabzını yakalamayı bildi.

Türker İnanoğlu, 20 yaşında girdiği sinema dünyasında yaklaşık 50 yıl aralıksız çalışmış, siyah-beyazdan renkli filme geçişe anında uyum sağlamış, 1980’den sonra Türk sineması krizdeyken video olayında öncülük etmiş (Ulusal Video), video dalgasının sönmesinden sonra televizyon işine el atmış, büyük sinema salonlarının işlevini kaybettiğini görünce cep salonları açmaya başlamıştı. Havayı iyi koklayan, geleceği görebilen bir işadamıydı. 1950’li yıllarda sinemamızın atağa geçtiği yıllardaki gençlik döneminde etkisi altına giriyor yedinci sanatın. “Birçok Türk filmi seyrettim…” diyor anılarında: “Bilhassa Safranbolu’da. Ama bende etki yapan, bugün bile kare kare hatırladığım iki film vardır. Bir tanesi ‘Allahaısmarladık’, diğeri de ‘Kanun Namına’. Bilhassa ‘Kanun Namına’ senaryosu, yönetimi ve görüntüleriyle tam bir Amerikan filmi gibi üzerimde etki yapmıştı. Ve bundan sonra da Ayhan Işık filmlerinin devamlı seyircisi, müdavimi oldum.”

Yazının Devamı

Festivalden 10 film önerisi

İstanbul Film Festivali bu yıl 43. kez merhaba diyor ve sinemaseverlerin hac yolculuğu başlıyor. 17-28 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek festivalin hayli zengin programına göz attığımda, mutlaka seyretmek istediğim, sizlere de önerdiğim 10 film şöyle sıralanıyor:

Faruk. Aslı Özge’nin gerçek mekânlarda çekilen, gerçek karakterler ve olaylara dayanan filmi, kentsel dönüşümü ve bir baba-kız ilişkisinin karmaşıklığını anlatıyor. Filmin ana kahramanı, 90’lı yaşlarındaki Faruk’un oturduğu apartmanın yıkımı yaklaşmaktadır. Kızının bu konu üzerine çektiği filmin ana kahramanına dönüştüğündeyse gerçek ile kurgu yavaş yavaş iç içe geçmeye başlar.

Yazının Devamı

İlahi intikam peşinde: Adaletin Eli

Toplumsal düzeni epeydir gözle görülür biçimde bozuk olan ve yakında sinemalarımızda da gösterilecek olan “İç Savaş” türünden filmlerin yapılmaya başlandığı ABD’de şiddetin en yalın haliyle geri dönüşünü öyküleyen filmlerden biri “Adaletin Eli” (Red Right Hand). Eshom Nels ve Ian Nels kardeşlerin birlikte imza attığı film, üstelik de bu geri dönüşü “ilahi intikam” temasıyla gerçekleştiriyor, dinin bütünleştiriciliğine vurgu yapıyor ve böylece Amerikan Yeni Sağ’ının Hollywood’da 1970’lerden beri oluşturduğu birikime yeni bir katkı yapıyor. Eline silah alıp kanlı bir çatışmaya giren kasaba rahibinin Eski Ahit’in “Göze göz, dişe diş” ilkesine bağlı kaldığını belirtmesi, bir anlamda “Adaletin Eli”nin özetini de veriyor.

Filmin başlamasıyla birlikte karşılaştığımız gerçekler tam bir çöküş manzarası sunuyor. Taşrada küçük bir kasabada yaşayan sağlam yapılı eski alkolik Cash (Orlando Blum) için hayatın anlamı, annesi ölmüş, döküntü çiftlikte karısının kaybıyla baş edememiş yıkkın ve alkolik babasıyla yaşayan yeğeni Savannah’tan ibaret gibidir. Baba, yörede tam bir terör estiren, “Big Cat” lakaplı acımasız bir kadın tarafından yönetilen uyuşturucu çetesine borçlanmıştır ve çiftlik elden gitmek üzeredir. Cash, eniştesinin borcunu kapatmak için eskiden birlikte çalıştığı Big Cat’le bir anlaşmaya varır ve onun için bazı işler yapmayı kabul eder. Asıl amacı çeteyi ortadan kaldırmaktır ama bölge şerifinin de Big Cat tarafından satın alındığı düşünüldüğünde bu pek kolay olmayacaktır. Eski bir uyuşturucu müptelası olup sonunda doğru yolu bulan kasaba rahibi, bu mücadelesinde Cash’a manevi destek verir, gerektiğinde de silah kuşanıp çatışmaya katılır.

Yazının Devamı

Arif Keskiner paltosunu çıkarmayınca…

Türk sinemasına çok emek vermiş, çok şey görmüş geçirmiş efsane yapımcı Arif Keskiner üç gün önce 86 yaşında hayata gözlerini yumdu. Sinemamıza çok sayıda oyuncu, yönetmen, yapımcı kazandırmış olan bereketli topraklar Adana’nın yetiştirdiği isimlerden biriydi Keskiner ve kardeşi Abdurrahman Keskiner’le birlikte sayısız filme imza atmıştı. “Selvi Boylum Al Yazmalım”dan “Piano Piano Bacaksız”a, “Otobüs”ten “Kapıcılar Kralı”na açılan yelpazede Türk Sinemasının yüz akı filmlerde emeği ve sermayesi vardı. Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Abidin Dino, Demirtaş Ceyhun gibi sanatçıların yakın dostu, bir zamanlar Yeşilçam’ın buluşma noktalarından biri olan Sinema Sevenler Derneği-Çiçek Bar’ın kurucusu ve Osmaniyeli Nalbant Hasan’ın oğluydu. “Çiçek Arif” ya da “Komünist Arif” olarak tanınırdı.

Arif Keskiner, “Nasılsın?” diye soranlara hep “Çiçek gibi!” dediği için “çiçek”le özdeşleşmişti. Doğrudan “Yine mi çiçek gibisin?” diyenlere de “Elbette çiçek!” diye yanıt verirdi. Keskiner’in Doğan Kitap’tan 2000’li yılların başlarında çıkan, yaklaşan 1000 sayfalık üç ciltlik anı kitaplarının adları bu nedenle “Çiçek Gibi”, “Yine mi Çiçek” ve “Elbette Çiçek”tir.

Yazının Devamı

Frankenstein’a takla attırmak: ‘Zavallılar’

Sinema tarihinde çokça izler bırakmış olan çılgın bilim adamlarının başlıcası olan Dr. Frankenstein’ın ve yaratığının öyküsü ile insanoğlunun anlama-öğrenme merakı ve yaşamın sırlarını çözme çabası arasında paralellik vardır. Marry Shelley’in sanayi kapitalizmine geçiş evresindeki İngiltere atmosferinde hayat verdiği, duygusuz ve otoriter bir babanın elinde yetişmiş Dr. Frankenstein, tıpkı bir çocuk gibi meraklı deneylere girişmiş ve sonunda insan görünümünde bir “şey” yaratmıştır. O imansız doktor, artık bir “Tanrı”dır.

Pazar günü açıklanacak Oscar ödüllerinde 11 dalda adaylığı bulunan Yorgos Lanthimos filmi “Zavallılar”ın (Poor Things) babası tarafından çeşitli deneylere maruz bırakılmış ve hadım edilmiş korkunç yüzlü Dr. Godwin Baxter’ı da aynen Frankenstein’ın izinden gidiyor ve fakat karşımıza hem bir yaratık hem de bir yaratıcı-Tanrı olarak çıkıyor. Londra’da köprüden atlayarak intihar eden hamile kadının bedeni üzerinden yarattığı Bella Baxter’ın doktordan sürekli “Tanrı” diye söz etmesi boşuna değil. Beyin ameliyatıyla yok oluşun ardından gelen varoluşu yaşamaya başlayan, hatıraları olmayan, çocuk zekâsına sahip, hep uygunsuz davranışlar sergileyen deneysel bir insan olan Bella’nın tüm saflığıyla oyun gibi gördüğü yaşamı ve özellikle cinselliği keşfedişi ise Freud’un analizlerine layık. Dört duvar arasına hapsedilen Bella’nın kâşif ruhuyla macera aramaya başlaması, “O bir deney ve deneyin sonuçlarını kontrol etmezsem sonuçlar sağlıklı olmaz” diyen Dr. Baxter’ı ürkütüyor haliyle ama diş macunu bir kez tüpten çıkınca Bella durdurulamıyor ve Londra, Lizbon, İskenderiye derken Paris’te geneleve düşüp fahişelik yapmaya bile başlıyor. Kadınların erkekleri seçememesinin saçmalığını, feminizmi, sosyalizmi vb. de genelevde keşfediyor zaten.

Yazının Devamı

Luis Bunuel’in burjuvaziye bedduası

Bu hafta vizyon filmlerini pas geçip, sinema tarihinden bir klasiğe, “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”ne (Le charme discret de la bourgeoisie) bakalım... Gerçeküstü sinemanın en önemli yaratıcılarından Luis Bunuel ustanın 1972’de 72 yaşındayken çektiği bu ünlü film, bir süredir dijital platform Mubi’de yer alıyor ve bizi o eski sinema duygusunun sıcak kollarına çağırıyor. En iyi yabancı film dalında Oscar sahibi olan, “Gerçek klasik, zamana meydan okuyandır” sözünün kanıtı niteliğindeki “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”, düşlerin ve burjuvazi taşlamalarının harmanlandığı, kilise, ordu, diplomasi gibi kurumları alaya alan bir başyapıttır neresinden bakılsa. İspanyol yönetmen Fransa’da çektiği filmde, “Sinema duygular, düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır” şeklindeki başlıca inancının karşılığını vermektedir tam anlamıyla.

Film, Ravel’in “Bolero”su gibi, tekrarlar üzerine kuruludur. Tekrarlanan, bir grup burjuvanın çeşitli denemelerine rağmen bir türlü yemek yiyememesidir. Randevular verilir, günler karıştırılır, gidilen restoranlarda işletme sahibinin ölmesi gibi aksilikler olur, konuklar geldiğinde ev sahipleri sevişmek için ortadan kaybolur, çevrede tatbikat yapan askerler yemek salonunun ortasına dalar vb. Bu arada baskıcı bir Güney Amerika ülkesi olan Miranda’nın Paris büyükelçisi devrimci bir grubun tehdidi altındadır. Kısacası Bunuel, kirli işlere de bulaşmadan duramayan burjuvazinin tüketememek, aç kalmak, sevişememek, terörizm, devrim gibi korkularını kara mizahla örülü olarak boca eder üstümüze. Bölgenin papazının, “Kilise artık çok değişti” diyerek bir yandan da asgari ücretle bahçıvanlık yapmaya başlaması, şoförün martini içmeyi bilip bilmediğini test edilmesi ya da kahramanlarımızın kendilerini bir anda sahnede bulması gibi olaylar, “gerçekçi gerçeküstülüğün” senfonisiyle karşı karşıya bırakır seyirciyi.

Yazının Devamı

Canavarın sıcak yuvasından manzaralar

İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Yahudileri soykırıma uğrattığı toplama-ölüm kamplarının çevresindeki “normal” yaşam alanlarına ilişkin aklıma ilk gelen film, Zoltan Fabri’nin 1978’de çektiği “Macarlar”dır. 1943’te kadınlı erkekli bir grup Macar köylünün çalışıp biraz para biriktirmek için Almanya’daki bir çiftliğe gelmelerinden sonra yaşananları anlatan filmde, yanı başlarında binlerce insan öldürülen köylülerin Hitler’in kim olduğundan bile haberleri yoktur.

Bir başka örnek olarak, daha yakın bir tarihten, Mark Herman’ın yönettiği “Çizgili Pijamalı Çocuk”u (2008) verebilirim. Polonya’daki toplama kampı Auschwitz’in Alman komutanı ailesiyle birlikte kampın hemen yanındaki malikânede yaşam sürerken, korkunç bir son onların da yakasını bırakmayacaktır.

Yazının Devamı

Fener, yedi düveli yener: ‘Zaferin Rengi’

Anadolu’da milli mücadele başlamışken İstanbul’da kalıp işgal kuvvetleriyle futbol maçı yapmanın anlamı ya da anlamsızlığı çokça tartışılmıştır. İstanbul işgal altındayken İngiliz, Fransız, Rum takımlarıyla toplam 50 maç yaparak 41’ini kazanan, dördünde berabere kalan ve beşini kaybeden Fenerbahçe’nin tarihinde bu tablonun övünç mü utanç mı sayfalarına karşılık geldiği, bundan bir başarı öyküsü çıkarılıp çıkarılmayacağı, soru ve ünlem işaretleriyle birlikte farklı farklı yorumlanır. Ama ne denirse densin, unutulmasın ki kuruluş tüzüğünün ikinci maddesinde, kuruluş amaçlarından birini “Vatanın gençlerini vatanın korunması için askeri seferberliklere hazırlamak” olarak gösteren tek kulüp Fenerbahçe’dir.

Abdullah Oğuz’un sinemalarımızda bugün gösterime giren filmi “Zaferin Rengi”, Fenerbahçe tarihini ele alan pek çok belgesel film ve kitabın izinden giderek, söz konusu dönemde kulübün başarılarının milli mücadeleye katkısını, halkın moralini yükseltmesini, birlik ve mücadele ruhunu güçlendirmesini vurguluyor, kulüp tarihinin bu kesitine şanlı-şerefli kazanımlar açısından bakıyor.

Yazının Devamı

Feridun Erol’u anmak

Feridun Erol adıyla ilk kez, 25-26 yıl kadar önce Beyoğlu Aslıhan’daki sahafları dolaşırken aldığım bir dergide karşılaştım. Sinematek’in eski bültenlerinden birinde Polonya sinemasıyla ilgili bir gösterim programı vardı ve Wajda, Skolimowski gibi ünlü yönetmenlerin yanında duran bu Türk adı hemen dikkatimi çekti. O güne dek hiç duymamıştım, bültende de başkaca hiçbir bilgi yoktu. Acaba kimdi bu Polonya’da yaşayan ve Türk adı taşıyan yönetmen Feridun Erol?

Sinema yazarı arkadaşlarıma sordum, duyan bilen yoktu. Sinematek dönemini yaşayan Rekin Teksoy’la, Atilla Dorsay’la, Vecdi Sayar’la konuştum, onlardan da bir sonuç alamadım. Sadece Vecdi Sayar, “Onat Kutlar bir ara bahsetmişti galiba” diyerek bir şeyler hatırlar gibi oldu. Onat Kutlar da birkaç yıl önce öldürülmüştü. İnternetsiz, google’suz bir dönem, bilgiye ulaşmak şimdikine kıyasla oldukça zor ama yine de Feridun Erol’un peşini bırakmadım. Meğerse gökte aradığımı yerde bulacakmışım!

Yazının Devamı

Okulda suç ve ceza: ‘Öğretmenler Odası’

85 milyonluk nüfusu içinde her beş kişiden birinin göçmen kökenli olduğu Almanya’da eğitim sisteminin bu gerçeği karşılamaya yeterli olmadığı sıkça dile getiriliyor. Uzmanlar, diploma almadan okulu terk eden öğrenci sayısının gittikçe arttığını ve bunlar içinde göçmen kökenlilerin ağırlıkta olduğunu belirterek, bu kesimdeki genç kız ve erkeklerin geleceklerinin risk altında bulunduğunu vurguluyor. Diğer başka verilerle birlikte ortaya çıkan tablo, tıpkı Türkiye gibi Almanya’da da eğitim eşitliğinin olmadığını, ciddi sorunlar yaşandığını net biçimde gösteriyor.

Bu yıl Almanya’nın yabancı film dalında Oscar adayı olan “Öğretmenler Odası” (Das Lehrerzimmer), ülkedeki eğitim sisteminin tam ortasına dalan, bir hırsızlık olayı çerçevesinde öğretmenlerin, öğrencilerin ve velilerin durumunu gözler önüne seren bir “sorgulama” filmi. Alman sinemasının Türk kökenli yönetmenlerinden İlker Çatak, filmde de bir unsur olarak kullanılan Rubik Küpü gibi, çözmeye çalıştıkça daha da karmaşıklaşan bir durumla baş başa bırakıyor seyirciyi ve basit bir “Hırsız kim?” sorusu etrafında yalnızca eğitim sisteminin değil, genel olarak Almanya’nın röntgenini çekiyor.

Yazının Devamı

‘Benim de şu cihandan gidişim…’

Biyografik filmlerin, ele aldığı karakterin tüm yaşamını tüm ayrıntılarıyla birebir yansıtmak ve hatta gerçeğe yüzde 100 bağlı kalmak gibi bir iddiası yoktur elbette. Önemli olan, seyirciye bir portre sunmak, düşünsel ve duygusal bütünlük oluşturmak, geride bırakılan izleri yorumlamak, en nihayetinde de bir anma gerçekleştirmektir. Tarih, Cem Karaca’nın yakın geçmişimizin en özgün ve protest sanatçılarından biri olduğunu yazıyor, kararlı ve yaratıcı kişiliğine vurgu yapıyor, çocukluğumuza ve gençliğimize damga vuran şarkılarını işaret ediyor. Bu açılardan bakıldığında “Cem Karaca’nın Gözyaşları” filminin genel olarak gerçeklere bağlı kaldığını, iyi bir portre çalışması olduğunu ve Karaca’nın kişiliğine saygıda kusur edilmediğini söylemek mümkün.

Sanatçı anne-babasının da etkisiyle ilkokul yıllarından itibaren müzik ve sahneye tutku besleyen, özellikle babasının sanatın dışında yollar çizmek istemesine rağmen müziğe giderek dört elle sarılan bir Cem Karaca var filmin ilk bölümünde. İlk isyan, babaya karşı. Mehmet Karaca, sırf oğlunun “iyiliği” için sahne aldığı konserin para verdiği bir grup serseri tarafından basılmasını sağlıyor, bir an önce askere gitsin diye birkaç günlük evli Cem’i ihbar ediyor vs. Bir baba-oğul çatışması ekseninde ilerleyecek gibi görünen öykü, anne Toto Karaca’nın yumuşak yaklaşımının da etkisiyle başka yaşam mecralarına dümen kırıyor, baba-oğul ilişkisi ilerleyen yıllarda normale dönüyor.

Yazının Devamı

Sinematek- Yeşilçam tartışmasına bir bakış

Türk sinema tarihindeki en anlamlı, esas olarak fikirlerin çarpıştığı ve geleceğe dönük sonuçlar barındıran tartışma hiç kuşkusuz ki “Sinematekçiler” ile “Yeşilçamcılar” arasında yaşanandır. 1960’lı yılların sonu ile 1970’ler boyunca karşılıklı dergi sayfalarında, açık oturumlarda karşılıklı suçlamalar ve sözlü kavgalar yapılır, Türkiye’deki sinema kültürü masaya yatırılır, sinemamızın hangi yönde ilerlemesi gerektiği tartışılır.

1965’te kurulan Sinematek Derneği, çok özetle, Fransız Sinemateki’nden ilham ve destek alan, dergi çıkaran, tartışmalar düzenleyen bir film kulübüdür. Onat Kutlar, Rekin Teksoy, Şakir Eczacıbaşı, Jak Şalom, Hüseyin Baş, Cevat Çapan, Tuncan Okan gibi isimlerin gayretiyle dernekte Sovyetler Birliği’nden Cezayir’e, Fransa’dan Polonya’ya, Brezilya’dan Hindistan’a kadar değişik ülkelerden filmler gösterilmekte, o güne kadar Yeşilçam örnekleriyle sınırlı kalan film kültürümüze yeni boyutlar kazandırılmaktadır. Türk sinemasının ilk dönemine damga vuran Muhsin Ertuğrul da Sinematek’in kurucularından biridir. Sinematek, var olan Yeşilçam düzeninin değişmesi gerektiğine inanmakta, sade suya tirit filmleri topa tutmakta, daha kaliteli ve devrimci filmler yapılmasını önermektedir.

Yazının Devamı

Jeffrey Epstein: Korkunçtan da öte

Prens Andrew gibi İngiliz kraliyet ailesi mensupları, Bill Clinton ve Donald Trump gibi ABD başkanları, Bill Gates gibi işadamları, Woody Allen, Cameron Diaz, Cate Blanchett, Leonardo DiCaprio, Kevin Spacey gibi Hollywood yıldızları, Stephen Hawking gibi bilim insanları… 10 Ağustos 2019’da New York-Manhattan’daki o garip ve berbat hapishanedeki hücresinde kendini asarak intihar eden (intihar ettiği söylenen) milyarder Jeffrey Epstein’ın cinsel istismar, pedofili ve fuhuş ağıyla örülü utanç listesindeki ünlü isimlerden söz ediyorum.

Yakın tarihi bu tür skandallarla dolu olan ABD’de Florida-Palm Beach’teki bir polis soruşturmasıyla başlayıp dünyaya sıçrayan iğrençlikler silsilesi, varlıklı ve nüfuzlu dünyadaki sapkınlıklara tutulan bir aynaya mı işaret ediyor, yoksa bu ortaya dökülenler buzdağının yalnızca görünen kısmı mı? Jeffrey Epstein, yalnızca cinsel istismarı yaşam biçimi haline getirmiş sapkın bir milyarder ya da Netflix’in dört bölümlük dizisinin adına yansıyan biçimde bir “Korkunç Zengin” miydi, yoksa varlıklı ve güçlü politik figürlere şantaj yapıp kontrol altında tutmaya yarayan bir alet mi? Sınırsız zenginliğinin kaynağı yalnızca finans işleri miydi? Dört yıl önce gerçekten intihar mı etti, öldürüldü mü? 1991’de Kanarya Adaları’nda yatından denize düşerek ölen medya imparatoru Robert Maxwell’ın kızı, seks piramidindeki başlıca yardımcısı ve sevgilisi olduğu söylenen, 2020’den beri tutuklu bulunan Ghislaine Maxwell dışında kimlerden yardım alıyordu?

Yazının Devamı

2023’ün en iyi filmleri

Geride kalan yılın çoğunu bu köşede konuk ettiğimiz yabancı-yerli filmlerine göz attığımızda şöyle bir sıralama çıkıyor karşımıza:

1)The Banshees of Inisherin. 1920’li yıllarda İrlanda’da iç savaş sürerken, iki yakın arkadaştan biri diğerine artık kendisiyle konuşmak istemediğini bildirir… Martin McDonagh’ın filminin başrollerinde Collin Farrell ve Brendan Gleeson vardı. 2) Bir Düşüşün Anatomisi. Cannes’da Altın Palmiye kazanan bir mahkeme draması. Kaza mı intihar mı cinayet mi olduğu belli olmayan bir ölüm olayı ve bir evliliğin anatomisi. 3) Dolunay Katilleri. Petrol zengini bir Kızılderili bölgesinde beyazlarla evlenen yerli kadınların esrarengiz ölümleri, o sıralarda yeni kurulan FBI’ın dikkatini çeker. Amerikan sinemasının yaşayan efsanesi Martin Scorsese’den “kanlı mülkiyet” öyküsü. 4) Sonsuz Sır. Yaşlı bir kadın ve annesi, otele dönüştürülen eski malikanelerinde bir hüzün yolculuğuna çıkarlar ve bilinçaltının kapıları aralanır. İngiliz yönetmen Joanna Hogg’un filminde Tilda Swinton muhteşemdi. 5) Saint Omer.15 aylık kızını plajda dalgalara terk ederek öldüren Senegal göçmeni bir öğrencinin yargılanma süreci. Fransız sinemasından bir başka hukuk draması. 6) Tori ve Lokita. Belçika sinemasının muhteşem ikilisi Dardennes Kardeşler, çağımızın yakıcı sorunlarının başında gelen göç ve sığınmacılık olgusuna bakıyor. 7) Ren Altını. Alman sinemasının Türk yönetmenler köşesinden Fatih Akın, İranlı Kürt hip-hop şarkıcısının suç dünyasından Irak’a uzanan şaşırtıcı serüvenini anlatıyor. 8) Balina. Yıllar önce terk ettiği kızına kendisini affettirmeye çalışan obez bir adamın hikayesi. Brendan Fraser’in oyunculuğu Oscar’la ödüllendirildi. 9) 1976. Pinochet dönemi Şili’sinde bir kadın, orta sınıf refahını tehlikeye atarak polisten kaçan bir gence yardım eder. Manuela Martelli’den “faşizmin bıçak sırtında yürümek” öyküsü. 10) Korsaj. Avusturya sinemasından, mutsuz bir imparatoriçenin, uçsuz bucaksız topraklarda özgürce at sürmeyi arzulayan ama bir korseye sıkıştırılan “en üstteki” kadının iç dünyasına yolculuk.

Yazının Devamı