Son Yazıları
Harp sonunda Almanya: ‘Amrum’
Atatürk’ün yakın silah arkadaşı, 1939-1942 yılları arasında Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak görev yapan Hüsrev Gerede, “Harb İçinde Almanya” (ABC Yay., 1994) adlı anılarında, yalnızca cephelerdeki durumu ve siyasi gelişmeleri değil, Alman halkının moral durumundan manzaraları da aktarır. Savaş yıllarının ortasında, özellikle Sovyet cephesindeki olumsuz gelişmeler bıkkınlık yaratmış, yiyecek içecek ve giysi sıkıntısı baş göstermiş, halkın maneviyatı gerilemeye başlamıştır. “Yeterli gıda alamamanın verdiği biyolojik yorgunluğun ürünü olan güvensizliğin etkisini de dikkat almak gerekiyordu.” (s. 357) diyen Gerede, Alman halkının maneviyatını yükseltecek olumlu gelişmenin bir türlü gerçekleşmediğinin altını çizer.
Savaşın ortalarında bu durumda olan Alman halkının savaşın sonunda, üstelik de Hitler’in ölüm haberi duyulduktan sonra ne vaziyette olduğunu ise Fatih Akın’ın sinemalarımızda bugün gösterime giren “Amrum” filminden öğreniyoruz. Gerede’nin dikkat çektiği, “yeterli gıda alamamanın verdiği biyolojik yorgunluğun ve güvensizliğin” filmi de diyebiliriz “Amrum”a.
Yazının DevamıBir kış gecesi eğer bir yolcu…
Son Altın Portakal’ın ulusal yarışmasında “favori” olarak gösterilen ve kapanış töreninden yalnızca en iyi kadın oyuncu ödülüyle dönen “Erken Kış”, Özcan Alper’in önceki filmlerinden “Sonbahar” (2008) çağrışımlarıyla yüklü bir yol/yolculuk filmi. “Soğuktu ve yağmur çiseliyordu” atmosferinde geçen, yüzeydeki küçük sayılabilecek öykü üzerinden alt katmanlarda gelişen, taşıyıcı annenin bebeğe bağlanmasını kurcalayan, kaçak göçmenliğe ve fısıltılı bir aşka odaklanan, puslu manzaraya sessizliğin eşlik ettiği bir film var karşımızda. Senaryosu Özcan Alper ve Uğur Aydedim tarafından yazılan “Erken Kış”ın yansıttığı içsel gerilim nedeniyle, bir “muammanın peşrevinde muallaktayız” öyküsü anlattığı da söylenebilir.
Gürcistan’da yaşayan Ukrayna kökenli genç kız Lia, İstanbul’da Handan ve Ferhat çiftine yasadışı yollardan taşıyıcı annelik yapar. Film boyunca kendisini hiç görmediğimiz, yalnızca telefonda sesini duyduğumuz Handan, kızın bir an önce ülkesine dönmesini isterken Lia bebeğe bağlanmıştır. Sonunda genç kız ve Ferhat, İstanbul’dan Artvin’e, Gürcistan sınırına doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kırık bir aşk hikâyesinin de su yüzeyine çıkacağı bu güvensiz yolculuk, tıpkı kışın erken bastırması gibi, özellikle Ferhat açısından hazırlıksız yakalanılan bir durum yaratır. Belki de “önceden belirlenmiş tesadüfler” devreye girer. “Söyleyememe” haline sıkışmış karakterlerin bireysel travmaları ile toplumsal travmalar iç içe geçer. Yolcuların mola verdikleri otel odasında geçirdikleri gece, sessiz bir patlama niteliğindedir.
Yazının DevamıKolombiya kaldırımlarında bir şair
Türkiye’de “Öğretmenin Kaderi” adıyla gösterilen “Les risques du metier” (Andre Cayatte, 1967) unutamadığım filmlerdendir. Film öğrencisine tacizde bulunduğu iddia edilen bir öğretmenin yaşamının altüst oluşunu anlatır ve öğretmen-öğrenci ilişkilerinin kırılganlığına parmak basar. Son Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde uluslararası yarışma bölümünde en iyi film seçilip başrol oyuncusu Ubeimar Rios’a en iyi erkek oyuncu ödülü getiren “Bir Şair” de (Un Poeta) üç aşağı beş yukarı aynı izleği takip ediyor. Bu kez öğretmenimiz aynı zamanda bir şair. Zaten filmin başrolünde Rios kadar “şiir”in de olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
1986’da Medellin’de doğan Kolombiyalı yönetmen Simon Mesa Soto’nun yönettiği film, birkaç hatırı sayılır ödülü bulunan, eşinden ayrılmış, alkolle arası iyi, üniversiteye başlayacak bir kızı olan, yaşlanmaya yüz tutmuş işsiz güçsüz şair Oscar Restrepo’yu tanıtıyor bize. Annesiyle kaldığı evden atılmak üzere, tembel, kızından bile borç para almak zorunda kalan bir “kaybeden” Oscar. Ablasının sayesinde felsefe öğretmenliğine başlıyor ve kız öğrencisi Yurlady’nin şiir yeteneğini keşfediyor. Yoksul ve kalabalık bir ailede yaşayan Yurlady, Medellin’in şairler çevresine giriyor, yarışmalara katılıyor, ama şiirin hayatta izlemesi gereken yol olup olmadığına bir türlü karar veremiyor. Genç kızın bir gece alışık olmadığı alkolü fazla kaçırması sonucu işler Oscar için ters gitmeye başlıyor.
Yazının Devamıİyi bir edebiyatçı: Selçuk Ülger
İrlandalı şair ve romancı Oscar Wilde (1854-1900), seneler seneler önce “Zamanımızda iyi edebiyatçılara iyi evlatlardan da az rastlanıyor” dediğinde, bu saptamanın kendisinden çok sonraları, 21. yüzyılda da geçerli olacağını tahmin edemezdi elbette. Sanatçının “güzel şeylerin” yaratıcısı olduğuna inanan Wilde, sıradanlığı reddediyor, sanatın her türden “fayda”ya kurban edilmesinden acı duyuyordu. Ona göre, sevinç veren iyi evlatlar ve mutluluk veren iyi edebiyatçılar parmakla sayılacak kadar az sayıdaydı. Tıpkı bugün olduğu gibi!
Anı-öykü türündeki “Yetmiş Yıllık Bekleyiş” kitabının (Kaynak Yay., Eylül 2025) girişinde “Genç yaşında yitip giden anneme ve bütün annelere…” ithaf notunu düşen yazar-çevirmen Selçuk Ülger, belli ki iyi bir evlat, hem de az sayıdaki iyi ve sıra dışı edebiyatçıdan biri.
Yazının DevamıZahmetsiz rahmet olmaz
Altın Portakal’ın ulusal yarışma filmlerinden “Sahibinden Rahmet”, festivalin noktalanmasından sonra sıcağı sıcağına bugün ticari gösterime girdi. 1988 doğumlu, ortaokul yıllarından beri arkadaş olan Emre Sert-Gözde Yetişkin ikilisinin yazıp yönettiği film, Altın Portakal’da en iyi senaryo ve en iyi ilk film ödüllerine değer görüldü. “Sahibinden Rahmet”in, yönetmenlerin ilk uzun metraj çalışması olduğunu da belirteyim.
Dünyaya düşen bir meteorun parçaları, Anadolu’nun yoksul bir köyünde heyecana yol açar. Bilim dünyasının ve koleksiyoncuların büyük ilgi gösterdiği bu taşların en büyüğü zar zor geçinen köylü İrfan’ın elindedir. ABD’den ve Fransa’dan teklifler gelir, ancak taşın daha da değerlenmesini bekleyen İrfan, gökten gelen bu “rahmetin” kıymetini yeterince değerlendiremez. Üstelik yaşamındaki daha değerli şeyleri de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Yazının DevamıAltın Portakal’da gençleşme sürüyor
Türkiye’nin en köklü film festivali, bu yıl 62. yaşını kutlayan Uluslararası Antalya Film Festivali, kentin Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in tutuklu olarak cezaevinde bulunması nedeniyle, bir ara “acaba yapılacak mı yapılmayacak mı” söylentilerine konu olsa da 24 Ekim’den bu yana tüm hızıyla sürüyor. Bu yazıyı yazdığım gün itibariyle yarısını geride bıraktığımız festival, ulusal ve uluslararası yarışma filmleri, belgesel ve kısa filmler, öğrenci filmleri derken sinemamızın 2025 yılı ürünlerini seyirci ve jürilerle buluşturuyor.
Bir not: Altın Portakal özellikle son iki yıldır ulusal yarışma seçkisinde yüzde 90 oranında genç kuşak yönetmelere, ilk ya da ikinci filmini çeken isimlerin eserlerine yer veriyor. Bu yıl yarışmadaki 12 filmin yönetmenlerinin büyük çoğunluğu ilk filmleriyle karşımızda. Ulusal yarışmadaki en deneyimli isim, 1975 doğumlu, aslında bir orta kuşak yönetmeni olan Özcan Alper. Bu durum hem genç yönetmenleri teşvik ediyor hem de sinemamızın bugününe ve geleceğine dair bize genel bir fikir veriyor.
Yazının DevamıKim korkar Dalloway’den?
Dört yıl önce, 31 Aralık 2021’de bu köşede yayımlanan “Hollywood yapay zekâdan neden korkuyor?” başlıklı yazımda, Ünsal Oskay’ın “Çağdaş Fantazya” kitabından bir alıntı yapmıştım. Oskay, 40 yıl önce kaleme aldığı kitabında şöyle diyordu:
“Yeni olanın karşısında duyulan ürküntü, endişe ve merak, yaşadığımız dönemde, eski günlerdeki gibi masal ya da öykü anlatıcılarının anlattıkları masallar ve öykülerle değil, Bilinç Endüstrisi’nin ‘ürettiği’ endüstriyel birer ‘mamül’ olan fantazyalarla karşılanmaktadır.”
Yazının DevamıYapay zekâ ve sinema sanatı
Birkaç gün önce okuduğum bir haber, Doğu Perinçek’in kısa süre önce yayımlanan kitabı “Teknokrasi ve Yapay Zekâ”daki saptama ve öngörülerini tekrar hatırlattı. Yapay zekâ konusunda “Verimlilikte büyük gelişme ve üretim patlaması geliyor. Hiç kimse bu sürece sırtını dönemez, hiçbir sistem bu sürece yabancı kalamaz.” diyen ve “Yapay zekâ ‘En büyük üretici güç insandır!’ gerçeğini değiştirmiyor ve değiştiremez.” vurgusunda bulunan Perinçek, stratejik düzlemde uzun süreli sonuçları olacak devrim kapsamındaki gelişmelerden söz ediyor kitabında.
Okuduğum haberin başlığı ise “Sinemada bir ilk: Yapay zekâ yönetmen koltuğunda!” şeklindeydi. İtalyan yapımcı Andrea Iervolino, yeni filmi “The Sweet Idleness”i “FellinAI” adlı yapay zekâya emanet etmiş ve projeyi sinema tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olarak tanımlamış. Sinema dünyasında yapay zekâlı sanal bir yönetmenin imza atacağı ilk film olan “The Sweet Idleness”, insan nüfusunun yalnızca yüzde 1’inin çalıştığı, geri kalanının robotların sağladığı refah içinde yaşadığı bir dünyayı anlatacakmış ki bu öykünün de aslında Perinçek’in “Yapay zekâ sınıfsız toplumun habercisidir.” şeklindeki temel teziyle örtüştüğü söylenebilir.
Yazının DevamıFilistin için üç film
İnsan merkezli politik filmleriyle tanınan Filistinli yönetmen Hany Abu Assad, üç filmiyle bir süredir dijital sinema platformu Mubi’ye konuk oluyor. Yarın (11 Ekim) 64 yaşına basacak olan Abu Assad, Filistin-Nasıra’da doğduktan sonra Hollanda’da mühendislik eğitimi alan ve sinemada karar kılan bir sanatçı. Filistin sorununu salt propaganda değil ahlaki ikilem düzeyinde ele alan, gerçekçi bir sinema dili, sade diyaloglar ve güçlü karakterler kullanan yönetmen, İsrail işgali altındaki yaşamın psikolojisini yansıtan filmleriyle uluslararası çapta ses getirmiş durumda. İhanet ve vicdan, özgürlük ve kişisel sorumluluk, aşk ve umut, başlıca temaları olarak öne çıkıyorlar.
Kudüs’te geçen ve Filistinli bir kadının aşk ve özgürlük mücadelesini anlatan “Rana’nın Düğünü” (2002) ve Filistinli iki gencin intihar saldırısına hazırlanışını öyküleyen “Cennet Şimdi” (2005) ile tartışmalar yaratıp çeşitli ödüller kazanan Hany Abu Assad’ın Mubi’de gösterilen üç filmi şunlar: “Ömer” (2013), “İdol” (2015), “Huda’nın Sırrı” (2021).
Yazının DevamıDevrim olmadan asla!
İdeolojisiz devrimcilik, yani teorinin pratiğe yol göstermemesi, özellikle günümüzde yaygın bir küçük burjuva eylem türü, moda deyimle söylersek “aktivizm” haline geldi. Merkezi bir liderlik anlayışının ve üyelik sisteminin olmadığı, Marksizm’den anarşizme, antikapitalizmden feminizme, sol geleneklerden siyahların protestolarına açılan yelpazede kokteylleştirilmiş bir düşünce etrafında kümelenmek söz konusu. Ezici sistemden yaka silken isyankâr insanların güçlerini daha çok sokak eylemleriyle gösterdiği bu yeni akımın en bilinen örneği ise ABD’deki “Antifa” (Anti Faşist) hareketi olarak belirmiş durumda. Örgütsel bir yapı yerine “direniş kültürü” oluşturmayı amaçlayan bu akımın tarihsel süreçte nereye evrileceği şimdilik meçhul ama belirli bir yankı yarattığı da açık gerçek.
Filmografisinin seyrettiğim parçaları içinde “Boogie Nights” (1997), “Magnolia” (1999), “There Will Be Blood” (2007), “The Master” (2012), “Phantom Thread” (2017) gibi özgün ve güçlü sayılabilecek örnekler bulunan, özellikle genç kuşak sinefiller tarafından çok önemsenen Paul Thomas Anderson’ın sinemalarımızda bugün gösterime giren filmi “Savaş Üstüne Savaş” (One Battle After Another) da çıkış noktasını bu “yeni moda devrimcilik” üzerine kuruyor. Her şeyden önce Leonardo DiCaprio, Sean Penn, Benicio Del Toro, Regina Hall’dan oluşan parlak ana oyuncu kadrosuyla dikkat çeken film, “French 35” adlı hayali bir grup üzerinden Antifa’ya selam çakarak, eski bir devrimcinin yıllar içindeki öyküsünü anlatıyor.
Yazının DevamıDünya çökerken sıradan bir yaşam
Sinemalarımızda geçen hafta gösterime giren “Chuck’ın Hayatı” (The Life of Chuck), Stephen King’in bir öyküsünden uyarlanan ama ünlü yazarın eserlerinden alıştığımız üzere korku-gerilim türünde olmayan bir dram-fantezi örneği. Ters kronolojik anlatıma sahip filmde bir adamın hayatını sondan başa doğru izliyor, çocukluğuna doğru gidiyoruz. Karamsar ve karanlık üretimleriyle tanınan Stephen King’in eserlerine ve yarattığı edebi evrene bakıldığında umut ile umutsuzluk arasındaki ilişki, kalın hatlarıyla karşımıza çıkar; “Chuck’ın Hayatı” da bu açıdan laboratuvar malzemesi gibi. Filmde herhangi bir korku öğesine yer verilmiyor ama daha beteri söz konusu: Dünyanın sonu geliyor!
Üç bölümden oluşan film, kıyametin kopmakta olduğu günlerde başlıyor. Dünyanın dört yanında deprem, yangın, salgın hastalık, su baskını, kıtlık, söz konusu ve internet denilen şey artık yok. Gerçekten dünyanın, her şeyin sonuna gelinmiş durumda. Dünyamız batmakta. Ve ölüm döşeğinde kanser hastası bir adam görüyoruz.
Yazının DevamıHollywood’a fısıldayan adam: Robert Redford
Üç gün önce 89 yaşında hayata veda eden Robert Redford, gençliğinde basketbol oynayan, ressam olmak için Paris’e giden, ardından aktörlükte karar kılan ve bazı tiyatro oyunları ile televizyon dizilerinde küçük roller üstlenen bir sanatçıydı. Yakışıklı mı yakışıklı, sarışın, gözde bir tipti ama uzun süre hep ikincil rollerle yetinmek zorunda kaldı. “Bütün hayatım boyunca bir tür suçluluk duygusu taşıdım, çünkü görünüşümle gerçek iç dünyam arasında hep büyük fark vardı” diyeceği bu dönemin ardından 1960’lı yıllarla birlikte başarı adım adım geldi.
Bir oyuncu olarak, Paul Newman’la karşılaştırılıyordu ve birlikte Vahşi Batı’nın iki kanun kaçağını canlandırdıkları “Sonsuz Ölüm” (Butch Cassidy and the Sundance Kid, 1969) filminden sonra Redford bir yıldıza dönüştü. Oyunculuk kariyerindeki “Belalı Elmas” (The Hot Rock, 1972), “Jeremiah Johnson” (1972), “Bulunduğumuz Yol” (The Way We Were, 1973), “Belalılar” (The Sting, 1973), “Muhteşem Gatsby” (The Great Gatsby, 1974), “Akbabanın Üç Günü” (Three Days of the Condor, 1975), “Başkanın Tüm Adamları” (All the President’s Men, 1976), “Brubaker” (1980), “Benim Afrikam” (Out of Africa, 1985), “Havana” (1990), “Ahlaksız Teklif” (Indecent Proposal, 1992), “Atlara Fısıldayan Adam” (The Horse Whisperer, 1998) gibi filmlerle sinema tarihinde kalın bir hat çizdi, gönüllerde taht kurdu. Toplam dokuz filmlik yönetmenlik yaşamında ise “Sıradan İnsanlar” (Ordinary People, 1980), “Milagro Fasulye Tarlası Savaşı” (The Milagro Beanfield War, 1988), “Sahtekar” (Quiz Show, 1994), ABD’nin Irak ve Afganistan savaşlarını eleştiren “Aslanlar ve Kuzular” (Lions for Lambs, 2007), “Suikastçının Gölgesinde” (The Cosnpirator, 2010) ile bol övgü ve ödüller aldı.
Yazının DevamıKurtuluş Savaşı’nda uzaylı yaratıklar
Ulusların belleğinde önemli yer kaplayan büyük tarihi olayların, sanat karşısında dokunulmazlıkları yoktur. İstanbul’un fethi ya da Fransız Devrimi, bir sanatçının elinde alışılmışın çok dışında yorumlara uğrayabilir, 1918’de Bolşevik Devrimi’nin birinci yıldönümü kutlamalarının Marc Chagall’ın sorumluluğuna verilmesinde olduğu gibi karşımıza alabildiğine gerçeküstü/absürt eserler çıkabilir. Sanat, fanteziyi içerir ve hayal gücü sonsuz sayıda oyun oynayabilir. Bunda korkacak, çekinecek bir şey yoktur.
Bu açıdan, Kurtuluş Savaşımızdan bir kesitin bilimkurgu ögeleriyle birleştirilmesi, işin içine kötücül uzaylı yaratıkların karıştırılması, Mehmetçiğin düşman kadar bir de onlarla uğraşmak zorunda kalması üzerine kurulu bir öykü anlatan “Tehlikeli Bölge” filmi, her şeyden önce cesur, cüretkâr bir proje olarak değerlendirilmeli.
Yazının DevamıKosova’da Türk ajanlar
Eski Yugoslavya coğrafyasındaki tamamlayıcı parçalardan biri olan Kosova’nın, 1999’dan sonra Sırbistan’dan kopmasıyla birlikte tam bir barut fıçısı haline geldiği biliniyor. Yugoslavya’nın Batılı ülkelerce parçalanması, sosyalizm döneminin sona ermesiyle savaş ve çatışmaların eksik olmadığı bölge, Türkiye’nin de dahil olduğu süreçte Kosovalılar, Sırplar, Arnavutlar ve NATO’nun hamleler yaptığı bir satranç tahtasına dönüştü. Bu küçük ülke, gerginliğin eksik olmadığı Balkanlarda birileri tarafından sürekli kaşınan bir yara niteliğinde.
Yönetmen Isa Qosja, Kosova’nın Oscar aday adayı olan 2014 yapımı “Three Windows and a Hanging”le savaşın trajedisini küçük bir köye yansıtmış ve Kosova savaşının beyazperdedeki ilk temsilini gerçekleştirmişti. İngiliz yönetmen Jamie Donoghue de 2015’te çektiği 21 dakikalık, Oscar adaylığı bulunan kısa filmi “Arkadaş” (Shok) ile iki çocuğun öyküsü etrafında Kosova savaşı trajedisini anlatmış, epeyce yankı yaratmıştı. Şimdi listeye bizden bir film, Haktan Özkan’ın imzasını taşıyan “Güneşin Karanlığında Kosova” da eklenmiş durumda.
Yazının DevamıTürk Film Arşivi yıkılırken…
Bugün (29 Ağustos) saat 12.30’da İstanbul-Balmumcu’daki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi önünde bir basın açıklaması ve protesto eylemi yapılacak. Sinema bölümü öğrencilerinin ve mezunların katılacağı, aydınların destek vereceği bu açıklama, kamuoyunda ve akademik camiada uzun süredir tepki çeken Sinema-TV Merkezi’nin önce boşaltılması, şimdi de yıkılması kararıyla ilgili ve bu kararın ardında da doğrudan doğruya kendisine belediye işlevi biçen rektörlük var.
Bir eğitim yuvası olmasının yanı sıra Türk Film Arşivi ve Sinema Müzesi’ne de ev sahipliği yapan bina, neresinden bakılsa Türk sinema tarihinin belleği olma niteliği taşıyor ve gerçek bir kültür hazinesi oluşturuyor. Daha önce yaptıkları açıklamada, “Bina yıkılırsa, sadece bina değil Türk sinema tarihimizin ve Türk sinemasının ustalarının soluğunu barındıran belleği de, öğrencilerin geleceği de yok olacaktır. Yüzlerce öğrenci dersliksiz, stüdyo ve salonlardan mahrum bırakıldı…” diyen öğrenciler, Metin Erksan, Lütfi Akad, İlhan Arakon, Memduh Ün gibi ustaların izlerinin de silineceğini vurguluyor.
Yazının DevamıSinema tarihinin en iyi üçüncü filmi
Gerçek adı Aşod Malakyan olan 1920 Tekirdağ doğumlu Ermeni asıllı Fransız yönetmen Henri Verneuil (öl: 2002), Yeni Dalga öncesi dönemde ticari açıdan parlak, çoğu Jean Gabin’li serüven filmleriyle tanınmış, şansını bir ara Hollywood’da denedikten sonra Fransa’ya dönmüştü. Sinema tarihi kitaplarında çalışmalarından bir iki satırla söz edilen, hatta Türkçeye çevrilmiş Fransız Sineması konulu birkaç kitapta adına dahi rastlayamadığım Verneuil için yaratıcı Yeni Dalga’cıların gölgesinde kalmış, sağlam ve usta bir tekniker denilebilir. 1979’da çektiği “İkarus’un İ’si” (I… Comme Icare) filmi ise yalnızca Verneuil filmografisini değil, tüm politik sinema tarihinin en parlak ve şaşırtıcı yapımlarındandır. Oliver Stone’nun 1991’de imza attığı “JFK: Kapanmayan Dosya” için tüm ilhamını “İkarus’un İ’si”nden aldığını da not düşeyim ki “JFK” da mutlaka seyredilmesi gereken muazzam bir film, gerçek bir başyapıttır.
Adına Kontrgerilla, SüperNato ya da Gladyo denilen, değişik ülkelerde CIA güdümünde faaliyet gösteren derin devlet örgütlenmelerini ders verircesine anlatan bir film var karşımızda. Mitolojide İkarus, babasıyla birlikte kapatıldığı labirent-zindandan, balmumundan yapılmış kanatlarıyla uçarak kaçmaya çalışır bilindiği gibi. Daidalus, oğlunu güneşe karşı uçmaması konusunda uyarır. Fakat İkarus uçmanın getirdiği özgürlük duygusuna kapılıp güneşe yaklaşır, kanatları erir ve Ege Denizi’ne düşerek boğulur. Henri Verneuil de bir devlet başkanına yönelik suikastı araştıran Savcı Volney ve dört yardımcısının “yakıcı gerçeğe”, yani “güneşe” yaklaşmalarıyla yaşananları anlatıyor filminde.
Yazının Devamı