Geldiğimiz yeri unuttuk mu?
BU köşe, haftalık yazılarımızla, bir bakıma bizim kendi güncemizi yarattığımız bir köşe haline geldi. Bu daha çok, bizim kendi stilimizden olduğu kadar geçmişi hatırlama ve o geçmişe ait güzel insanları ve anıları yad etme amacımızdan böyle sanırız. Bugünün olan bitenlerini de dünün olmuş bitmişlerine karıştırıp ve karşılaştırıp, kendi hayat yolculuğumuzun kilometre taşlarındaki manzaralara bakma fırsatı yaratıyor bu. O zaman, gelin biraz da protesto kokan bu haftaki yazımıza başlayalım.
Devrimcilik-solculuk-sosyalistlikle, çok uzun seneler önce, 1969 yılında, o günlerde hala biraz Köy Enstitülerini hatırlatan yöntemleriyle eğitim yapan, Mersin Öğretmen Okulunda yatılı okuduğumuz günlerde tanışmıştık. Elbette, Avrupa başkentlerini sarsan 1968 öğrenci hareketlerinin rüzgârı ile, Türkiye’de de benzeri akımların oluşması kaçınılmazdı. Maraş’ın, Adana’nın, Antep’in köylerinden gelen sınıf arkadaşlarımızın halleri, Mersin’in köyünden gelen bizim ile tıpatıp aynı idi. 14 yasında bir çocuk olarak girdiğimiz bu okuldan, bir bakıma Mevlana’nın dediği gibi “Hamdım, Piştim, Yandım” diyerek mezun olmuştuk. Okul yatakhanesinin çemen kokan koridorlarını ve 24 kişilik yatakhanemizin hengamesini, yarım asırdan sonra bile hala hatırlayabilmek, insan hafızasının ve beyninin bir zaferi olmalı.
ESKİNİN FAKİRLİK MANZARALARI
Bu girişi yapma sebebimiz, 1970’li senelerin gerçeklerinin başında olan “fakirlik ve yoksulluk” kelimelerini, günümüzdeki anlamlarıyla ele alıp, şimdilerde durmadan şikâyet ettiğimiz değişimlere parmak basmak olacak.
O günler, yeni yetme oğlanların, baba gömleklerinin yakasının anneleri tarafından ters çevrilip giydikleri, bir çift ayakkabının en az iki sene hizmet ettiği günlerdi. Kızlar ise, annelerinin eski elbiselerinden yeniden dikilen etekliklerle idare etmek zorundaydılar. Bunlar özellikle de Sümerbank’ın Anadolu işi kumaşlarından olurdu.
Böyle bir ortamda, genellikle şehirlerdeki okulların çevresinde solculuk; kasabalar ve köy bağlantılı çevrelerde de daha muhafazakâr sağcılık veya tanımı çok net olmayan bir dindar milliyetçilik gelişmişti. Detayları elbette tartışılması gereken bu uzun 70’li seneler, şöyle ya da böyle yaşandı gitti. Ama kesinlikle diyebiliriz ki her yaşanan senede, sadece 365 gün değil, sanki 1365 gün var gibiydi. Yani çok uzundu, meşakkatliydi ve bitmek bilmezdi bir türlü.
YENİ FAKİRLİK MANZARALARI MI?
Filmimizi 50 sene, yani yarım yüzyıl ileriye saralım şimdi. Hala yoksulluktan, pahalılıktan, sistemin çürümüşlüğünden bahseden yazılar yazmaktayız. Kahvehane dedikodularımızın ana konusu hala bunlar olmakta. Ama, 1970’li günleri gören gözlerimizin önünde, yapılan dedikoduların tam da tersi, sanki Kaliforniya hayatının Türkiye’ye uygulanmış bir hali durmakta. O yoksulluk edebiyatının her türlüsünün yapıldığı kahvehane masalarının her köşesinde, birer IPhone, Samsung durmakta. Sadece marketteki fiyattan biraz daha ucuza ekmek almak için girilen, Belediye Ekmek Satış Noktalarındaki uzun kuyruklarda, o IPhone’lar üzerinden hayat pahalılığı muhabbetleri, ekmek sırası gelene kadar hararetle pişirilmekte.
Yoksulluk edebiyatının tavan yaptığı kahvehanelerin önündeki kaldırımlarda, aklınıza gelebilecek her markadan spor arabalar da rengarenk sıralanmıştır. Şu anda, tam da bu satırları yazarken, karşıdaki kahvehanenin önünde Mafya tarzı simsiyah iki Audi, birer Mercedes ve BMW durmakta, diğer daha önemsiz markaların yanı sıra! Etrafta gidecek başka yer olmadığına göre, bunların sahipleri, şu anda o kahvehanenin gürültüsüne, yoksulluk edebiyatı ile katkıda bulunmaktalar büyük ihtimalle.
TOROSLARIN DEĞİŞEN KÜLTÜRÜ
Sözümüzü daha da kişiselleştirelim. O kahvehane karşı kaldırımda duradursun, arkamızdaki odada, 92 yasına ermiş annemiz, hiç kalkmadan hasta yatağında, bu alemde kendisine arz edilen zamanını doldurmakta. Ama zaten zorla alabildiği nefesini, kendisine hizmet etmeye çalışan Gürcistanlı bakıcıya tüketmekte.
Dilini ve geleneklerini hiç anlamadığı ve hayatında daha önce hiç duymadığı ve nerde olduğunu bile bilemediği Gürcistan ülkesinden gelen bu bakıcı kadıncağız ile ilişkisinde, hayatın ona bağışladığı nefeslerin son adetlerini harcamak zorunda kalmakta. Neden mi?
Annemizin bakıma muhtaç hale geldiği 88 yaşında hem babamızın hem de annemizin köyüne haber salmıştık bir bakıcı için. Şehirdeki evimizde, annemle yaşayacak, hiçbir kişisel harcaması olmayacak ve ayda 50 bin (rakamla 50,000) Türk Lirasını cebine koyup hayatına devam edecek birini aylarca aramıştık.
Bölgedeki cemevine, bu konudaki şirketlere, eşe dosta haber saldık. Velhasıl, bakıcı ihtiyacımızı gidereceğimiz “helal süt emmiş” bir Türk kadını bulmak için gece gündüz çalıştık. Bakıcılığı aşağılık bir iş görmek, ya da “ben başkasının altını temizlemem” kafası ile, “yoksul” Toroslardan köylü kadınları, şahsen de tanıdıkları bu 88 yasındaki teyzelerine bakıcı olmayı reddedeceklerdi.
SOVYETLER GİTTİ KÜLTÜRÜ KALDI!
Sonuçta, Sovyet kültürü sayesinde, “iş beğenmeme özgürlüğünü” hiç edinmemiş olan, Gürcistan’ın köylerinden bir bayan işimize talip oldu ve dil-kültür farkına rağmen, elinden geleni yapıp, bir Türk annesinin son günlerinde, onun yolculuğuna yardım etmekte 4 senedir.
Burada amacımız, Türk insanında meydana gelen bu kabul edilemez değişimi tartışmaya açmak. Yoksulluk, kendi soyadımız gibi bildiğimiz bir şey.
Yazımızın başında bahsettiğimiz gibi, Ankara’nın Balgat, Dikmen ve Seyranbağları mahallerinde devrimcilik çalışmaları yaptığımız o 70’li senelerde, kendi ailemizden zaten bildiğimiz hakiki yoksulluğun ne olduğunu, oralarda tekrar tekrar görmüştük.
Günümüze dönüp de kendisine sunulan işleri, önerilen maaşı, sürebileceği arabanın markası beğenmeyen, IPhone’dan aşağısı olmaz diyen, “kazanılmamış bir hak olarak” ne oldum delisi olan ülkemiz insanını görünce, hayretler içinde “kim bu insanlar ve nereden geldiler acaba?” dememek için kendimizi zor tutmaktayız. Atalarımız boş yere, “Geldiğin yeri unutma sakın” dememişlerdi. Ama ataları hatırlayan mı var ki, onların dediklerini hatırlasınlar!