Yandex
05 Aralık 2025 Cuma
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Quo vadis şüküristan?

Latif Bolat

Latif Bolat

Gazete Yazarı

A+ A-

Ekonomi ve işletme alanlarında hem lisans hem de yüksek lisansa sahip biriyiz. Ama Türkiye’de bir türlü çözemediğimiz varlık-yokluk, zenginlik-fakirlik, sahip olanlar-yoksullar konusunda, tüm bu okuduklarımız fazla bir işe yaramamakta. Yani mikroekonomi, makroekonomi, bütçe, maliye, istatistik filan gibi, tipik ekonomi-işletme okulundaki tüm derslerden, oldukça da iyi derecelerle mezun olmuşluğumuz da var. Lakin, iş tüm bu “bilimleri” hayata uygulamaya gelince, hele de Türkiye’de, işin içinden çıkamamaktayız. Aydınlık’taki köşesinden komşumuz olan ve Mülkiye’den sınıf arkadaşımız Hakan Topkurulu ve diğerlerine çağrımız olsun ki yardım alalım, memleketi çözümleme konusunda!

Quo vadis şüküristan? - Resim : 1

AVRUPA KARA KAŞIMIZA ÂŞIK MI?

Mahallemizin en eski arabasına sahibiz galiba. Tam tamına 24 yaşında bir Toyota, Corolla. Şu anda, bu yazıyı yazarken oturduğumuz pencereden baktığımızda ise, inci taneleri gibi dizilmiş 4 adet BMW, 3 adet Mercedes, 2’şer adet Audi ve Volkswagen, birer tane de son modelinden Land Rover, Volvo ve Peugeot görebiliyoruz. Karşı köşedeki araba yıkama yerine daha neler neler geliyor. Maserati ve Ferrari görmüşlüğümüz de var. Porche zaten hemen her gün bir adet gelen bir marka. Avrupalıların ve Batılıların Türkleri neden sevdiklerini anlamak hiç de zor değil bu listeye bakınca. Adamlar bizleri sevmesinler de kimleri sevsinler, değil mi?

Böyle bir listeye, 20 sene yaşadığımız, ABD’nin en zengin eyaleti olan Kaliforniya’daki Berkeley şehrinin sokaklarında bile rastlamamış olmanın hayreti ile, hemen her gün seyretmekteyiz bu garip sıralanmayı. Hatta daha sonra beş senemizi verdiğimiz New Mexico’nun Santa Fe şehrinde bile, bunları ancak süper zengin ve Hollywood eskisi bazı artistlerin altında görmüşlüğümüz olduğunun farkına varıyoruz düşününce.

Quo vadis şüküristan? - Resim : 2

SPORSUZ SUV=SPOR ARAZİ ARACI

Bunun da üstüne, sokaklarımızdaki arabaların hemen hemen yarısının SUV dedikleri ve bizim hepsine birden “Cip=Jeep” adını verdiğimiz büyük araçları da ekleyince, aklımız daha da karışıyor. Evet, Mersin’den Torosların tepelerine sadece bir saatlik yolculuk ile çıkabilirsiniz. Acaba diyoruz, araba sahibi olan nüfusun yarısı, dağlara taşlara, manzaralara ve yörüklere aşkından mı, bu hem görüntüde kocaman hem de maliyette muazzam miktarlarda olan “ciplere” binmekteler? Ama aynı cins SUV sahibi arkadaşlarımızdan çoğunun, hayatlarında bir kere bile Dümbelek Boğazının çok kıvrımlı yollarından geçerek Cehennem Deresine filan gittiklerine hiç de şahit olmadık. Yani doğa sevgisi, köy hayatının çekiciliği filan da değildir onları böyle büyük yatırımlara iten.

ANKARA’NIN DİKMEN’İNDE DEVRİM DERSLERİ

Quo vadis şüküristan? - Resim : 3

1970’lerin tamamını, memleket sevgisi ile dolu bir genç delikanlı olarak, hem de en önlerde siyaset yaparak geçirmiş birisiyiz. Ankara’nın çok kasvetli 70’lerinde, ölüm pahasına Balgat, Mamak, Sincan gibi gecekondu mahallelerindeki evlerde “devrimcilik” dersleri alıp-veren birisiyiz de. Bu ziyaretlerden biri sırasında, elimizi sabunla yıkarken, rahmetli Zafer Yalçın arkadaşımın “sabunu sadece iki kere çevir avucunda, on kere çevirip heder etme” diye fırça attığını hala hatırlamaktayız. O günün yoksulluğu böyle bir şeydi. Dikimevi’ndeki bekâr üniversite öğrencisi evimizde, şimdi Kanada’ya iltica etmiş olan arkadaşımız Gürkan ile sadece her pazar sabahı yemek “şerefine” sahip olduğumuz o tek yumurtayı da hiç unutmamaktayız. Hatta Gürkan’ın elektrikçiliği sayesinde, banyodaki duşa elektrik akımı verip sıcak şu elde edecek bir ev yapımı şofben yüzünden, kömür olmaktan son anda kurtulduğumuzu da.

Elbette o dönemleri yaşamış olan hemen herkesin buna benzer binlerce hatırası vardır. Yani bizimkiler öyle fazla orijinal sayılmaz, onlarla karşılaştırınca. O zaman neden bu hatırlatma moduna getirdik yazımızı?

ŞÜKÜR ETMEK DE NE?

Bir ulus, sadece otuz sene içinde, bu kadar değişime uğrayabilir mi? Dünyada yaklaşık 50 tane memlekete defalarca gidip, incelercesine hayatlarını gözlemlemiş biri olarak, şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkler, bu kadar kısacık bir tarihi dönemde, bu kadar fazla değişime uğrayan tek millettir bizce! Ve üstelik dünyanın en geleneksel kültürlerinden birine sahip olarak, binlerce senelik bir “şükürcü” geçmişin üzerine oturup, bu değişimi yapmışızdır.

Daha düne kadar, yoldan geçen birine Türklerin o meşhur sorusu “ne var ne yok” diye sorsanız, alacağınız cevapta mutlaka “şükür” kelimesini duyardınız. Şimdilerde, fakiri ve zengini ile, hiç kimsenin ağzından çıkmaz oldu “şükür” kelimesi. Duyacağınız tek şey, sanki dünyanın en kötü yerinde yaşanıyor da hiçbir şeyin düzgün gitmediği bir ülkedeymişiz gibi, sadece sıralanan şikayetler oluyor. Böylece negatiflik satan birisi de ancak karşıdan negatiflik satın alabilmekte ve bu kısır döngünün içinde, “Dünya Mutluluk Endeksi” gibi sözde araştırmalarda, listenin dip taraflarına düşmekteyiz her zaman.

NEREDEN GELDİĞİNİ UNUTMAMAK!

Türkler Orta Asya’dan büyük bir kıtlık nedeni ile çıkan kargaşalar sonunda, Anadolu’ya göç ettiler, diye yazar tüm tarih kitapları. O günden bugüne kadar geçen 1000 senede ise bu Anadolu toprağı, Türklerden hiç kimseyi aç ve bilaç bırakmadı. Hatta, Göbekli Tepenin ispat ettiği gibi, Anadolu toprakları 12 bin senedir, kendisini yurt edinen hiç kimseye açlık yaşatmadı. O zaman, bu negatiflik bize COVİD gibi nerden bulaştı acaba? İsraillilerin “vadedilmiş topraklar” veya “seçilmiş kavim” hikayeleri ile hepimiz dalga geçeriz ve onların uydurmaları der geçeriz. Ama bizim milletin, en azından önemli bir kısmının bu kostaklığını ve hiçbir şeyi beğenmeme hallerini, nasıl yorumlamak gerek acaba? 8 milyarlık dünyada, yaradanın torpil yapıp, her şeyi güllük-gülistanlık halinde altın bir tabakta sunduğu tek bir millet mi var sanki? Mutluluk diyarı diye yutturulan Norveç veya İsveç, “intiharın en fazla olduğu ülkeler” sıralamalarında hep birinci veya ikinci gelmekteler! Bu garibanlar, mutluluktan mı kendilerini öldürmekteler acaba?

Üzerine kocaman doktora tezleri yazılacak bir konuyu açmış olduk, ama şimdi kapatmak zorundayız. Galiba bu işin sırrı, “hayattaki önceliklerimizi düzgün şekilde sıralamakta”. Yani insan olarak neyin daha önemli, neyin önemsiz olduğunu doğru sıraladığımız gün, daha sakin ve pozitif olabileceğiz.

Kültür Sanat