Yandex
05 Aralık 2025 Cuma
İstanbul 17°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Sanat ve ideoloji

Cemil Gözel

Cemil Gözel

Site Yazarı

A+ A-

Louis Althusser, sanat yapıtının ideolojiyi yansıtmadığını, ele verdiğini söylemişti. Bu ayrım, onun genel ideoloji anlayışıyla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü ona göre ideoloji, toplumsal düzenin üzerine giydirilmiş bir yanılsama, basitçe “yanlış bilinç” değildi; aksine, insanların dünyayla kurdukları yaşantı biçimiydi. Yani düşünceden çok pratik bir varoluş tarzıydı. Sanat ise bu ideolojik yapıların tam içindeydi ama onları yeniden üretmekle yetinmezdi; ideolojinin sıradan yaşamda görünmez kıldığı çelişkileri gösterirdi. Althusser’in “yansıtma” ve “ele verme” ayrımının önemi de buradadır.

YANSITMA MI ELE VERME Mİ

Eğer sanat sadece “yansıtma” olsaydı, ideolojiyi aynen tekrar etmiş olurdu. Bu, sanatın işlevini indirger, sanatçıyı edilgenleştirirdi. Böylece sanata, ideolojiyi olduğu gibi tekrar eden bir ayna olarak bakardık. Oysa “ele verme”, sanatın, ideolojideki bilinçdışı kodları, çatlakları, gizli işleyişleri göstermesi durumunu imliyor; dönüştürücü potansiyelini gösteriyor. Bu bakımdan, hedefi on ikiden vuran müthiş bir ayrım yapıyor Althusser.
İdeolojiden bağımsız, steril bir uzamda gerçekleşen bir sanatı gösterebilecek kimse yoktur; öyle bir sanat yoktur çünkü. Yazarın dili, kullandığı imgeler, seçtiği karakterler, hatta anlatı biçimi bile toplumsal-ideolojik yapının içinden gelir. Çünkü sanatçı, tarihsel-toplumsal koşullarla biçimlenmiş bir öznedir. Dolayısıyla sanatçının yarattığı her yapıt, bilinçli ya da bilinçdışı biçimde, ideolojiyle bağ kurar. Bu bağ, sanatın toplumsal işlevinin kaynağıdır; onu sıradanlaştırmaz, ayrıcalıklı kılar. Evet, ideolojiye içkin olduğu için ayrıcalıklıdır sanat.

SANAT BELGEYE İNDİRGENEBİLİR Mİ

Sanat yapıtının ideolojiyi “ele verme”si, sanatçının kendi toplumsal konumunun sınırlarıyla ilgili değildir ama. Çünkü burada önemli olan yapıtın kendisidir. Aksi halde mesele, ideolojik bir çözümlemeden çok sosyolojik bir açıklama olarak incelenir ki Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Edebiyat ve Toplum kitabında bunu yapmıştır: Ona göre yazar çok defa geldiği sosyal zümrenin görüşlerini ifade eder, onların bir nevi sözcüsü olur.
Karpat’ın bu yaklaşımı, edebiyatı sosyolojik bir determinizme sıkıştırıyor; sanatın estetik düzlemde açığa çıkardığı çelişkileri, dil oyunlarını, biçimsel yeniliklerini göz ardı ediyor. Böylece sanat yapıtı yalnızca bir “belge”ye, sosyolojik bir ifade aracına indirgenmiş oluyor. Karpat’ın sözünde, sanatçının toplumsal kökeni belirleyici konumda. Bu da sanatın ideolojiyi “ele verme” işlevini yapıtın kendisinden alıp, yazarıyla açıklamaya kaydırıyor. Böylece sanatın kendi özerk estetik işleyişi geri plana itiliyor. Oysa Althusser için sanatın ideolojik çözümleme gücü, yazarın niyetinden bağımsızdır. Aslında Karpat, Althusser’in tam eleştirdiği şeyi yapmakta,sanatı sosyolojik bir yansıtma teorisi olarak ele almakta.

BİÇİM, ÇELİŞKİ, ÇIKIŞSIZLIK

Bir ideoloji, çoğunlukla kendini doğal, değişmez, “öyleymiş gibi” sunar. Ama sanat bu doğallık perdesini yırtar; çelişkileri, bastırılmış deneyimleri, görünmez sınıfları ortaya çıkarır. Örneğin Yaşar Kemal’in İnce Memed’i, feodal düzenin adaletsizliği, köylünün çaresizliği ve isyanın zorunluluğuyla başlar. Ama romanın ilerleyen ciltlerinde eleştirel zenginlik, feodal sınıfların lehine kayar. Roman ideolojiyi böyle ele verir.
Sanatın ideolojiyi ele vermesi, yalnızca içerikle olmaz; biçimle de ilgilidir bu. Anlatıdaki boşluklar, ironiler, karakterlerin çelişkili varoluşları, dil kaymaları vs. ideolojinin “dikiş yerlerini” açığa çıkarır. Ancak sanatın biçimle kurduğu ilişki, ideolojiyi açığa çıkarmak yerine yeniden üretebilir de. Çünkü anlatıdaki parçalanmalar, ironiler ve dil oyunları her zaman özgürleştirici ya da ifşa edici sonuçlar doğurmaz; bazen tam tersine, ideolojik bir çıkışsızlığı meşrulaştırır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı bu bakımdan ikircikli bir örnektir. Parçalı yapısı ve ironiye yaslanışı, bütünlük iddiasını bozuyor gibi görünse de okuru sürekli bir belirsizlik ve umutsuzluk duygusuna hapsetme riski taşır. Bu durum, ideolojinin ele verilmesi yerine, bireysel yabancılaşmanın doğal ve kaçınılmaz bir yazgı gibi sunulmasına yol açar. Dolayısıyla Atay’ın romanında biçimsel parçalanma, eleştirel bir hamleden çok, çıkışsızlığın estetize edilmesine hizmet eder. Böylece sanatın ideolojiyi ele verme potansiyeli, ideolojiyi yeniden üretme potansiyelinin içinde erir.

MUTLAK DOĞALLIK İDDİASINI BOZMAK

Sonuç olarak, Althusser’in sanat ve ideoloji arasında kurduğu ilişkide, sanat ne basit bir yansıma alanıdır ne de ideolojiden bağımsız, saf bir “özgürlük” alanıdır. Sanat, ideolojinin tam içinden konuşur. Ama aynı zamanda onun çatlaklarını, bastırılmış yanlarını, görünmez kıldığı hakikatleri açığa çıkarma potansiyeli taşır. Bu yönüyle sanat hem ideolojiyi ifşa eden hem de kimi zaman yeniden üreten çift yönlü bir işleve de sahiptir. Sanatın ayrıcalığı, ideolojinin mutlak doğallık iddiasını bozabilme ihtimalindedir bu bağlamda. Bu ihtimal hiçbir zaman garanti değildir; ama estetik formun yarattığı bu ihtimal bile başlı başına düşündürücü.