Su savaşları: Küresel ısınmadan küresel dönüşüme
Son dönemde İran yönetimi, özellikle Irak ve Afganistan’a akan sınır aşan nehirlerdeki su miktarını azaltma ya da tamamen kesme yönünde açıklamalar yaptı. En dikkat çeken söz, İranlı yetkililerin -özellikle Enerji Bakanlığı ve bazı milletvekilleri aracılığıyla- dile getirdiği “Su kaynaklarımızı kesmek zorundayız, aksi halde kendi halkımız susuz kalacak.” çıkışı, sadece iç politik bir hamle değil; bölgesel bir uyarı sinyaliydi. Aynı zamanda bu ifade, sınır aşan sular üzerinde yükselen yeni jeopolitik gerçekliğin ilk satırlarını yazıyor. Tıpkı doğalgaz, petrol, enerji güvenliği gibi; artık su da bir stratejik silah, bir jeopolitik koz olarak masada.
İsrail’in yıllardır Suriye’nin güneyindeki su kaynaklarını –özellikle Golan Tepeleri ve Yermuk Nehri havzasını– kontrol altına alma çabası, bölgede suyun jeopolitik önemini en net gösteren örneklerden biridir. Bu çaba yalnızca Suriye’nin değil, Lübnan ve Ürdün’ün de su güvenliğini doğrudan etkileyen bir denklem yaratmaktadır. İsrail için su, askeri kontrol ile iç içe geçmiş bir güvenlik meselesi olup işgal altındaki bölgelerden sağladığı kaynaklar ülkenin tarımsal ve kentsel ihtiyaçlarını karşılamada kritik rol oynamaktadır. Ayrıca İsrail, coğrafi olarak Dicle-Fırat havzasının dışında olsa da uzun vadeli stratejik planlamalarında Türkiye’nin sularını potansiyel bir dış kaynak olarak değerlendirmektedir. 1980’lerde gündeme gelen “Barış Suyu Projesi” çerçevesinde Manavgat ve hatta Anadolu’daki diğer nehirlerden İsrail’e su taşıma planları bunun en açık göstergesidir. ABD-İsrail ekseninde hazırlanan bazı stratejik raporlarda ise Dicle-Fırat havzası, Nil Nehri ve Ürdün Nehri ile Ortadoğu’nun “üç büyük su güvenliği alanı”ndan biri olarak tanımlanmıştır.
Türkiye’nin Fırat ve Dicle üzerindeki baraj politikaları ise sadece İran’ı değil, Suriye ve Irak’ı da doğrudan ilgilendirmektedir. GAP kapsamında inşa edilen Atatürk, Keban, Karakaya, Ilısu ve diğer barajlar sayesinde Türkiye enerji üretimi ve tarımsal sulama kapasitesini artırırken, bu durum aşağı havzadaki ülkelere giden suyu azaltmaktadır. Suriye için Fırat, doğudaki milyonlarca kişinin içme suyu ve tarımsal sulama kaynağıdır; Türkiye’nin politikaları Şam tarafından zaman zaman “suyu silah olarak kullanma” şeklinde yorumlanmaktadır. Irak için ise Dicle ve Fırat adeta ülkenin can damarıdır; Bağdat ve Basra gibi büyük şehirler bu sularla ayakta durmaktadır. Türkiye’nin barajlarındaki su tutma politikaları Irak’ta kuraklık, çölleşme ve verim kaybı şikâyetlerine neden olmuş, Irak hükümetleri sık sık Ankara’ya “su miktarını artırın” çağrısında bulunmuştur.
Dolayısıyla Türkiye’nin su politikası yalnızca İran’la değil, aynı zamanda Suriye ve Irak’la birlikte çok taraflı bir bölgesel denklem oluşturur. Bu tabloya İsrail’in dolaylı stratejik hesaplarını da eklediğimizde, suyun bölgedeki askeri, ekonomik ve diplomatik süreçlerde enerji diplomasisi kadar belirleyici hale geldiği görülmektedir. Suyun yönetimi artık sadece bir doğal kaynak meselesi değil, Ortadoğu’nun jeopolitik fay hatlarını şekillendiren ve büyük güçlerin stratejik gündemine giren bir güvenlik konusudur.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Türkiye, sınır aşan sular konusundaki tavrını 'adil paylaşım' ve 'egemenlik hakkı' temelinde kurgularken, suyun askeri, ekonomik ve diplomatik yönlerinin de farkında olmalıdır. Su kaynaklarını tıpkı İran gibi korumak, gerektiğinde diplomatik koz olarak kullanmak, Türkiye’nin hem güvenliği hem de komşuluk ilişkileri için artık kaçınılmazdır. Ancak bu dengeyi korumak, sadece teknik değil, aynı zamanda etik ve stratejik bir karardır.
KÜRESEL DİNAMİKLER: KÜRESEL ISINMA MI KÜRESEL KURGULAR MI?
Küreselciler; 'küresel ısınma', 'karbon salınımı', 'net sıfır hedefi', 'sürdürülebilir kalkınma' gibi başlıklarla insanlığı büyük bir dönüşüme zorluyor. Ancak bu dönüşüm; a-sosyal, tek cinsiyetli, yarı android, tüketim bağımlısı ve algı yönetimiyle yönlendirilen yeni bir toplum modeli inşa etmeye doğru evriliyor. Bütün bunlar olurken, 4,5 milyar yıldır kendi döngüsünü kuran ekolojik sistemin öz savunma mekanizmaları göz ardı ediliyor.
İronik olan şu: Küreselciler 'iklimi kurtaralım' derken, dünyanın en büyük nükleer silah programlarını ve konvansiyonel savaş sanayilerini destekliyor. Oysa doğaya gerçekten duyarlı olmak isteyenler için en büyük tehdit nükleer ve biyolojik silahlanma, doğayı betonlaştıran şehirleşme, tüketim temelli kalkınma saplantısıdır.
SU SAVAŞLARI İLE BİYOPOLİTİK DÖNÜŞÜMÜN KESİŞİM NOKTASI
Su için verilen mücadele sadece suyun kendisiyle ilgili değil. Aynı zamanda insanların zihni, bedenleri, alışkanlıkları, değer sistemleri ve gelecek beklentileri ile ilgilidir. Çünkü doğanın metalaştırıldığı bir çağda; su sadece akmaz, kontrol edilir; toplum sadece yaşanmaz, kurgulanır. Su için verilen savaş, gelecekte toplumun nasıl yaşayacağına dair verilecek büyük savaşın bir provasıdır.