Yazmak
Yazının gelişiminden beri, insanın niçin yazdığı sorusu, farklı içeriklerle ama benzer bir merakla sorulmuş, insanın anlam arayışının bu çerçevede merkezine kurulmuştur. Çünkü insan için anlatma, iletişim kurma, anlama ve iz bırakma kaygısı bir yazma çabası olarak gündemde olmuştur hep. Belki de bu sayede yazma eylemi, teknik bir eylem olmanın, sözgelimi kayıt tutmanın ötesine geçebilmiş, insan doğasına, insan bilincine ve en önemlisi insanın toplumsal varoluşuna nüfuz edebilmiştir.
MAĞARA RESİMLERİNDEN YAZIYA
Anlatma çabası, eskidir yazıdan. Sözgelimi Mağara resimleri yüksek bir anlatma çabasının sembolik sonucudur. Ama kayıt tutmanın ötesine geçtikleri söylenemez. Dili karşılamazlar yazı gibi. Seslerin işaretlere döküldüğü bir sistemden yoksundurlar. Hayvanlar, av sahneleri, gündelik yaşamın izleri ya da ritüel biçimleriyle anlam yüklü olsalar da anlatının bir eşiğidirler olsa olsa. Dilin temsil gücüne, soyutlama yetisine ulaşmamış bir ifade düzeyidirler. Düşünce inşası kurmazlar. Bu yönleriyle, belleğin bir uzantısı, zamanla silinip gidecek olanın –belki de– bir anlatısıdırlar. Mağara resimleri insanın yazmaya giden yolda attığı adımlardandır kuşkusuz. Bazı antropologların onlara proto-yazı demeleri tutarlıdır bu bakımdan. Ancak yazı dediğimizde yalnızca iz bırakmak değil, düşünceyi yapılandırmak, aktarmak ve dönüştürmekten söz ederiz.
BELLEKTEN KOLEKTİF HAFIZAYA
Elbette bellekten yazıya geçiş, kökten dönüştürmüştür hatırlamanın doğasını. Çünkü insan belleğinin sınırlı, geçici ve bireysel yanı yazı ile kalıcılaşmış; yazı kolektif bir bellek haline gelmiş; düşüncenin soyut biçimlerde korunmasını, yeniden üretilmesini ve sistematik bilgiye dönüşmesini mümkün kılmıştır. Öyleyse yazı, yalnızca iz bırakma değil, kuşaklar arasında düşünce ve bilgi aktarımının da aracıdır. Hatırlama, bireysel kaygıdan toplumsal belleğin inşasına doğru genişlemiştir.
Bana göre yazının yarattığı asıl devrimin düşüncenin sistemleştirilmesi olduğu söylenebilir. Sonuçta söz, işitsel bir hafıza ile sınırlıdır. Ama yazı düşünceyi gösterir, üzerinde yeniden düşünme olanağını getirir. Bu nedenle mantık kuralları, soyutlama yeteneği ve düşünsel kategoriler yazıyla birlikte gelişmiştir.
TARİHSEL, TOPLUMSAL, VAROLUŞSAL BOYUT
Toplumsal düzeyde yazının ortaya çıkışı da tarihsel bir kırılmadır. Sümer tabletlerinden Mısır hiyerogliflerine, Çin’in ilk metinlerine kadar yazı, iktisadi kayıtların bir aracı olarak doğmuştur ilkin. Ürünlerin, borçların, mülkiyetin, ticaretin kaydıyla başlamış ve bu teknik kullanım giderek devletin temeli haline gelmiştir. Yazı olmadan devlet olmaz, karmaşık toplum örgütlenemez. Çünkü toplumsal yaşamın soyut ilkelerini taşıyan bir araçtır yazı.
Yazının sergüzeşti, yalnızca iktisadi ve siyasal bir araç olmakla sınırlı değildir ama. Bireyin kendine dönük ifade biçimleri de yazının gelişmesiyle birlikte doğmuştur. Şiir, destan, felsefi metinler, günlükler gibi…Çünkü insan kendisini yalnızca sözle değil, kalıcı bir iz bırakma arzusuyla da ifade etmek istemiştir. Bu, yazının varoluşsal boyutunu gösterir: insanın kendi yaşamını kayda geçirme, anlamlandırma ve ölüm karşısında kalıcılık arayışı.
YAZININ FELSEFİ SERÜVENİ
Platon’un “yazının hafızayı zayıflattığı” yönündeki eleştirisinden başlayarak felsefi açıdan da yazının insan doğasına karışması tartışma konusu olmuştur. Platon, yazının belleği dışsallaştırdığını, öğrenmeyi derinleştirmek yerine yüzeyselleştirdiğini savunur. Ona göre gerçek bilgi, canlı diyalogda, sözün doğrudan aktarımında ortaya çıkar; yazı ise bu canlılığı dondurur ve taklide indirger. Buna karşılık Aristoteles, yazının düşüncenin biçimlenmesinde zorunlu bir araç olduğunu kabul eder: Düşünce logos’tan ayrılmaz, ama logos yazıyla sabitlenir ve aktarılabilir.
Modern çağda tartışma yeni boyutlar kazanmıştır. Walter Ong, yazının sözlü kültürden yazılı kültüre geçişte yalnızca iletişim tarzını değil, düşünme biçimini de kökten dönüştürdüğünü savunur örneğin. Ona göre yazıyla birlikte soyut düşünce, sistematik bilgi ve bilimsel akıl doğmuştur. Jack Goody ise yazının toplumsal örgütlenmeye etkisini vurgular: yazı olmadan hukuk, bürokrasi ve devlet gibi karmaşık yapılar var olamazdı. Engels de yazıyı devletin, hukukun ve sınıf farklılaşmalarının ortaya çıkışındaki başlıca araçlardan biri olarak görmüştü. O hâlde yazı, yalnızca belleğin değil, toplumsal düzenin de temeli.
YAZININ AYNASI
Bütün bu tartışmalar gösteriyor ki yazıyı yalnızca tarihsel bir icat olarak okumak eksiktir. İnsanın kendini bilmesinin, dünyayı anlamlandırmasının ve kendi üzerine düşünmesinin biricik yoludur yazı. İnsanın düşünce ufkunu genişletmişve derinleştirmiştir; bu anlamda, insanın kendi bilincine yönelmesini sağlayan en güçlü aynalardan biridir.
Özetle insanın niçin yazdığı sorusu, büyüsü bozulmayan bir soru. Çünkü her yazı, onu yazanın içsel varoluş sürecinin olduğu kadar toplumsal varoluş sürecinin de bir sonucu. Her bir yazının aktığı nehir, yazarından doğuyor ama aşıyor onu; toplumla, zamanla, dille örülmüş bir denize kavuşuyor yaşarsa.