Son Yazıları

Eğitimde devlet zaafı

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdiği bir stratejik planın ayrıntılarını açıkladı. Artık adetten oldu; her Milli Eğitim Bakanı çağı yakalamaya ve gençlerin gerçek eğitim ihtiyaçlarına cevap vermeye yönelik planlar geliştiriyor. Böylelikle biz de, önceki Bakanların ihtiyaca cevap veremediğini, ama artık sorunu çözmeye başlayacağımızı anlıyoruz! Yeni müfredatta da çok “yakışıklı” hedefler var. Gençlere yeni türden “okuryazarlık” yetenekleri kazandırılacakmış. Kiminle, hangi ortamda, hangi araçlarla falan gibi can sıkıcı sorular sorup bozgunculuk yapmayalım.

Bakan, yeni planı "evrensel, uluslararası modellerden yararlanarak kendi değerlerimizi de sistemin içerisine yerleştirerek özgün bir model üretmeye çaba sarf ettik" diye tanıtıyor. “Dünyada ne öğretiliyorsa bunun müfredatta bulunduğunu” söylemiş. Yani ülkenin somut durumu, kalkınma hedefleri açısından ihtiyaç duyduğu özgün hareket tarzı değil, biraz başka ülkeler ne yapıyor taklitçiliği, biraz ideolojik muhafazakârlık sosu ile ortaya karışık bir terkip… Tam Tanzimat kafası! Acaba Türk Devrimi önderleri Köy Enstitülerini planlarken dünyada ne varsa müfredata ondan koyalım diye mi düşündüler, yoksa ülkenin somut gerçeği ve ekonomik-sosyal hedefleri neyin eğitimini vermeyi gerektiriyorsa onu mu koydular?

Yazının Devamı

Siz tam olarak neyi muhafaza ediyorsunuz?

AK Parti’nin sağladığı iktidar imkânlarına eklemlenerek zenginleşen bir türedi kesimin görgüsüzlük örnekleri zaman zaman kamuoyuna yansıyor. Her dönemde olmuştur bu. Siyaseti kişisel zenginleşmenin araçlarından biri olarak görenler, kim iktidardaysa ona yanaşır, o partinin ideolojik hassasiyetlerine uygun maskeler takarak işlerini yürütürler.

Konu bu değil ama yeri gelmişken söyleyelim: Bunlar burjuva değildir. Çünkü sermayenin bireysel kullanımını sınıfının kültürel iklimi içinde içselleştirmiş, zenginliği kazanması gereken değil, kazanılmış olarak yaşayan burjuvazi, görgüsüz değildir. Gösterişli harcamaları vardır, ancak bunları statü harcaması olarak yapar. Yani halka göstermek ve hava atmak için değil, mensubu olduğu sınıf ilişkileri içindeki rolünün gereği olarak harcar. Bu nedenle halkın gözüne sokmaz, kendi sınıfı içinde göstermesi yeterlidir.

Yazının Devamı

Yeniden saflaşma dönemi

Son birkaç yılın manzarası bütün siyasi partilerde bölünme, istikrarsızlık ve halkta umut yaratma kapasitesindeki gerilemedir. 2017-2021 yılları arasında İyi Parti, Yeniden Refah, Gelecek, Deva, Memleket ve Zafer partileri kuruldular.

AK Parti’nin içinden iki parti çıktı. Bunlar etkili olamadılar ama AK Parti’de de sular durulmadı. Erdoğan’ın etrafında bir uzlaşma var fakat çeşitli klikler birbirlerini masanın altından tekmelemeyi sürdürüyor.

Yazının Devamı

Yaşlanan toplumun ölen siyaseti

İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan, “Son 5 yılda yaşlı nüfusu yüzde 21,4 artarak 8 milyon 722 bin oldu. Yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2018 yılında yüzde 8,8 iken, 2023 yılında bu oran yüzde 10,2'ye yükseldi. Kritik bir durumla karşı karşıya olduğumuz aşikâr” diye konuşmuş. Nüfus artış hızımızın düştüğü, genç işsizliğinin kronik bir hal aldığı ve orta gelir tuzağı koşulları altında nüfusun beklenenden hızlı yaşlandığı bir manzara ile karşı karşıyayız. Başkan Bahçıvan, bu durumun ekonomik dengeler açısından anlamının toplumun genel tüketim kalıplarında, kamu mali dengelerinde, işgücünün üretkenlik düzeyinde ve ülkenin büyüme potansiyelinde etkiler yaratması olacağına dikkat çekiyor.

Yaşlanma sorununun aciliyeti ile ilk kez pandemi döneminin eve kapanmaları sırasında karşılaşmıştık. 2020 yılında bu köşede: “Son beş yıldaki artışın % 22 civarında olduğu düşünülürse, sadece yirmi-otuz yıl içinde yaşlıların oranı Türkiye nüfusunun beşte birine yükselecek. Türkiye nüfusunun 100 milyon olduğu bu koşullarda, yaşlı nüfus 20 milyon olacak. Yaşlılık gerçeği ile yüzleşmemiz gerekiyor” diye yazmıştım.

Yazının Devamı

Kimlik solculuğu komedyası

Geçen haftanın en ilginç olaylarından biri DEM Parti’nin Yenikapı’da düzenlediği Nevruz kutlamasında LGBT’lilerin yüzlerce kişi tarafından sözlü ve fiziksel tacize uğraması, kendi tabirleriyle “linç edilmek” istenmesi ve sonunda polis nezaretinde alanı terk etmek zorunda kalmalarıydı. Bu ilginç olay, bölücü etnik milliyetçiliğin kendine özgü dramlarından biri olarak kayda geçti.

DEM’in oy aldığı tabanda, özellikle Güneydoğu’daki seçmenler arasında geleneksel davranış kodları etkilidir. Kürtler de dâhil Türk toplumunun hiçbir kesimine LGBT çürümesinin bayraktarlığını yaptıramazsınız. Ancak DEM parti bu kesimlerin sözcüsü olarak davranmaya mecbur ve bu durum kendi tabanında son olayda görüldüğü türden trajikomik durumlar yaratabiliyor.

Yazının Devamı

Demokratik rekabet yanılsaması

Seçimlere günler kaldı. Sokaklarda en çok parası olan partilerin görsel hâkimiyeti göze çarpıyor. AK Parti ve CHP adaylarının harcadığı paralar illere ve seçilme iddiasına bağlı olarak değişmekle birlikte, milyonlarca liraları buluyor. Bu adaylar bu kadar zengin mi? Asgari ücretin 17 bin lira olduğu, emeklilerin on bin lira ile geçinmeye mahkûm edildiği bir düzende, bir siyasi iddia uğruna, belki de seçilemeyeceği bir makam için bu kadar parayı riske atabilen bu insanlar hangi meşru işleri yaparak bu kadar zengin olabiliyorlar?

Siyaset, kişisel zenginleşme için meşru ekonomik yollar bulamamış insanların gözünü doyurma, dünyalıklarını yapma aracı değildir. Seçmenlerin de bu tür insanlara kapılar açma, oy veriyor görüntüsü altında varlığını açlık çeken muhterislere armağan etmek diye bir vazifesi yoktur. Siyasetin öldüğü koşullarda yaşıyoruz. Çürüyen sistemlerde hiçbir kurum işlevsel kalamıyor. Bozuk düzende sağlam çark olmuyor.

Yazının Devamı

CHP’deki öğrenme güçlüğü

CHP’nin Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal’ın, "Belediye başkanı olarak seçildiğimde Afyonkarahisar Belediyesi'nin kapıları DEM Parti hariç, bütün siyasi partilere açık olacak” diye konuşması, CHP yönetimini yerinden zıplattı. Çünkü Köksal, bu sözlerle bir çuval inciri berbat ediyordu.

Önce Özgür Özel, bunun bir dil sürçmesi olduğunu söyledi. Köksal’ın sürçme falan yok, seçilirsem belediyeyi DEM Parti ile birlikte yönetmeyeceğim mealinde açıklama yapması üzerine, eş genel başkan Ekrem İmamoğlu devreye girdi. “Ben belediye başkanı olursan şu partilileri belediyeye almam şu partililer hariç şunlarla görüşürüm diye ya kendine başka bir iş bulacak ya da kendine başka parti bulacak” diyerek, Köksal’a kapıyı gösterdi. Normal şartlar altında bir partinin belediye başkan adayının, bir başka belediye başkan adayını düzeltmesi ya da had bildirmesi sözkonusu olamaz. Teorik olarak Köksal ile İmamoğlu eşit statüdeler. Ama CHP’de durumun böyle olmadığı biliniyor.

Yazının Devamı

28 Şubat askeri baskılama olayıdır

Darbe (Coup D’etat), askerlerin veya seçilmiş yetkililer dışında kalan diğer kimselerin hükümeti devirerek yönetime fiilen el koymalarıdır. Tam söylenişi ‘hükümet darbesi’dir. Yasadışıdır, emrivakidir ve fiziksel zor kullanımı gerektirir.

28 Şubat 1997’de asker yönetime fiilen el koymadı ve darbe olmadı. Düşünce dünyamızı felç eden sorun, bir olağanüstülük ile karşı karşıya olmamız ama adını koymakta zorlanmamızdı. 28 Şubat olayı, her zamanki durumu açıklamak için kullandığımız kavramların karşılayamadığı bir durumdu.

Yazının Devamı

Özgür Özel CHP’yi taşıyamıyor

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Antalya’da yapılan aday tanıtım toplantısında Muhittin Böcek’ten bahsederken, “Anketlerde Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden bir memnuniyetsizlik talebini bekliyorduk ama anket öyle göstermedi. 15 gün arayla iki anket yaptırdık. Anladım Muhittin Böcek ikinci beş yılı hak ediyor” diye konuştu.

Özgür Özel’in ‘biz aslında bu başkanın başarısız olduğunu düşünüyorduk’ demesi, siyasi süreci arkadan takip ettiğini, adayının faaliyetlerinden haberdar olmadığını ve örgütünü tanımadığını gösteren bir ikrar değil de nedir? Bu acemiliği çiçeği burnunda bir Genel Başkan olmakla açıklayamazsınız, çünkü Özgür Bey Genel Başkan olmadan önce partisinin TBMM Grup Başkan Vekili idi. Partiyi tanıyordu. Özel’in üslubundaki garabet iki nedenden kaynaklanıyor: Birincisi ve genel olanı, Özgür Özel’in genel başkanlığı taşıyabilecek niteliklere sahip olmaması, ikincisi ve özel olanı ise DEM Parti’nin desteğini alabilme baskısı…

Yazının Devamı

Yalnızlaşma sorunu

Türkiye'de tek kişilik hane halkı sayısı son on yılda yüzde 77,2 oranında artarak, 2023'te yaklaşık 5,2 milyona dayanmış. Rakamın büyüklüğü ve hızlı artış eğilimi toplumumuzda giderek artan bir yalnızlaşma (atomizasyon) olgusuna işaret ediyor. Özellikle Kovid-19 salgını yalnız yaşama eğilimini arttırmış. Bu olay, yalnızlaşmanın hem nesnel temelleri olduğunu hem de bir tercih biçimini aldığını yani öznel bir yönü olduğunu gösteriyor.

Etrafınızdaki akraba, meslektaş, konu-komşuları şöyle bir düşünün. Başlangıçta umduğunuzdan çok daha fazla insanın tek başına yaşadığını fark edeceksiniz.

Yazının Devamı

Dolandırıcılığın hayat bulduğu zemin

Geçen yazımda tüketim toplumu ve kuralsızlık ortamı dolandırılmamız için ortak bir zemin yaratır fakat içimizden bazıları o zemini başkalarını dolandırmak için bir fırsata çevirir demiştim. Bunlar milim milim ilerleyen araç trafiği sırasında emniyet şeridini kullanan ya da aracına çakar takarak kendisine yol açtıran uyanıklara benzerler. Dolandırıcılar aramızdaki ahlaken en zayıf fakat cesaret ve hırs bakımından en gözü dönmüş olanlarımızdır. Bizimle aynı trafiğin sıkıntısını paylaşır fakat bu sorunu aşmak için bizlerden farklı olarak, meşru olmayan yollara yönelirler. Dolandırılanlar olarak bizim yaptığımız ise Çakarlı arabanın geçmesi için önce kenara çekilip, ardından boşalmış koridorda gaza basmaya benzer. Tek fark, koridoru açmış olanın, biraz ileride bizim takılacağımız oltayı suya atmış olmasıdır.

İnsanların bu ağlara takılmasını kolaylaştıran toplumsal faktörler ortadan kaldırılmadıkça sorun devam edecek. Yoksullaşma ve gelir dağılımı adaletsizliği hepimizin para ile olan ilişkisini çarpıtıyor. Parasını bir biçimde katlama, o olmazsa değerini koruma kaygısı bir toplumsal atmosfer halini aldı. Bir taraftan ekonomi bilgisi olmayan milyonlarca yurttaşımız üç kuruş birikimini dolar, altın, hisse senedi vb. olarak tutup, enflasyona ezdirmeme kaygısı içinde yaşarken, diğer taraftan birilerinin borsadan vurgunlar yaptığını, ‘akıllı yatırımlar’ sayesinde yıllarca emek vererek çalışmış insanların rüyalarında göremeyecekleri kazançlara eriştiklerini duymakta, görmekteler. Bu koşullarda siz istediğiniz kadar insanlara finansal okuryazarlık çağrıları yapın, birileri arabasına çakarı takmış trafiği delip geçerken, ortaya çıkan koridorun cazibesinden kimseyi kurtaramazsınız.

Yazının Devamı

Dolandır(ıl)ma mevsimi

Son yıllarda dolandırıcıların mı yoksa dolandırılanların sayısında mı bir artış oldu? Ya da dolandırıcılığa konu olan rakamlar mı büyüdü? Saymaya kalksak köşe yazısını vakaların listesi haline getirmek gerekecek. İlk akla gelen ve kamuoyunu meşgul etmiş olanlara bakalım: Çiftlik Bank olayı henüz taze sayılır. Dilan Polat vakası sürüyor. Seçil Erzan olayı herkesin malumu. En son İzmir’de holding sahibi Sedat Ocakçı haberi gündeme düştü. Bunlar vurgun yapanların en büyükleri. Bir de aynı yolu takip etmekle birlikte, tokatlayabildikleri meblağlar daha ‘mütevazı’ kaldığı için ulusal gündeme kadar tırmanmayan yerel dolandırıcılık vakaları var. Bu arada unutmadan söyleyelim, cep telefonlarımıza sık sık “Kendini savcı, polis diye tanıtanlara dikkat!…” diye uyarı mesajları geliyor, o da ayrı mesele.

Yakın tarihimizde iz bırakmış Sülün Osman, Güney Zobu (Raki) veya Selçuk Parsadan gibi dolandırıcılarımız olmuştu. Bunlar psikolojik dengelerini korumak için kendilerince bir mazeret ileri sürerlerdi. Yoksulları değil, gözü doymamış olanları, haksız kazanç peşinde olanları soyuyorlardı falan…

Yazının Devamı

Eylem ve söylem çelişkisi

6 Şubat 1937’de laiklik ilkesi Anayasa’ya kondu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 1 Şubat 2024’te şeriatın İslam'ın kurallarını temsil etmekte olması nedeniyle, ona düşmanlığın dinin kendisine husumet duymak olduğunu söyledi. Sayın Cumhurbaşkanının Diyanet Akademisi Başkanlığı 1. Dönem Aday Din Görevlileri Mezuniyet Töreni’ndeki konuşmasını dinledim. Hayır, “laiklik elden gidiyor” demeyeceğim. Erdoğan’ın din ve şeriat konusundaki kişisel görüşlerini tartışmayı gerekli görmüyorum. Bunlar esas olarak kişisel kanaatler ve sorun tam da bu. Sayın Erdoğan’ın konuşması boyunca kişisel kanaatlerin açıklanmasından öte sonuç doğurmayacak bazı yargılar ile çağımızın ve ülkenin gerçekleri içinde hareket etme zorunluluğu arasındaki çelişki, alttan alta sırıtıp durdu. Türk milletinin tarihteki rolünü İslam’ın bayraktarlığını yapmak suretiyle bulduğu, bu nedenle Müslüman kimliği ile Türk kimliğinin iç içe geçmiş olduğuna ilişkin sözleri tarihsel bir gerçek. Fakat içinden yetiştiği İslamcı geleneğin teorik açmazları, modern Türk kimliğinin milli ve laik karakterini “kimliksizleşme” olarak görmesine yol açıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, tek parti dönemiyle başlayan kimliksizleştirme politikaları şeriatı bilmeyen, İslam’a (Erdoğan’ın anladığı ve onayladığı biçimde) inanmayan insanların varlığına yol açtı. Bunların Türkiye'ye dair hiçbir hayali, endişesi olmadığını, zihinlerinin ve kalplerinin sömürgeleştirilmiş bir güruh olduğunu söylüyor. Bu sözleri ile muhaliflerini kastediyor ise neden hesaplaşmayı Türk Devrimi dönemine teşmil etmektedir? Ve İslam’a yabancılaşmış insanları bir sorun olarak görüyor ise neden çareyi somut hukuki sonuçlar doğurmayacak kişisel önyargı ve inançlarında aramaktadır? Tek parti döneminde Türkiye bir Devrim yapıyordu. Toplum kimliksizleşmek şöyle dursun, milli kimliğini inşa ediyor, geleceğini serbest piyasa kurallarına veya emperyalist devletlerin dayatmalarına bırakmaksızın kendisi planlıyordu. Osmanlı’nın çok hukuklu, imtiyazlara dayalı, Tanzimat’dan başlayarak sömürgeleşme süreci boyunca emperyalistlere verilmiş tavizlerle giderek yamalı bohçaya benzemiş toplum modeli, Türk Devrimi’nin getirdiği modelden daha mı erdemli ve üstündü? İslamcılığın Türk Devrimi’ni nesnel biçimde kavrayamayan zihin iklimi, günümüzü okumakta da açmazlar yaratıyor. Sayın Erdoğan bu ideolojik envanterden bir hayli etkilendiği için, şeriat gibi bir dönem işlevsel olsa da, tarihsel ve toplumsal gelişmelerle aşılmış olan olgulara, hak ettiklerinden daha büyük anlamlar yüklüyor. Bu gün Türk toplumunun hiçbir meselesini şeriat güzellemeleriyle ya da Türk Devrimi’ni suçlayarak çözemezsiniz. Varabileceğiniz yegâne sonuç, eylem ve söylem düzeyinde çelişkilere düşmenizden başka bir şey değildir. Düşünün, bir gün milli bayram kutluyor, tek parti döneminde kurulmuş sanayi tesisleri, milli savunma hamleleri ile gurur duyduğunuzu söylüyorsunuz, öbür gün o yıllarda kimliğimizi kaybettik diyorsunuz. Oysa sömürge olmaktan kurtulmak, tam bağımsızlık, araştırma-geliştirme hamleleri, milli sanayi, icatlar, patentler vb… hepsi “fikri hür vicdanı hür” insanların eseri oldu. Dünyaya ve tarihimize bir bakın, yaratıcılığın ve rasyonel davranışın hep aynı iklimde yeşerdiğini görürsünüz: Bireysel özerkleşme ve bilimin rehberliği... Türk Devrimi’nin meselesi dinden kurtulmak değil, ama bazen din bazen gelenek görünümünde karşımıza çıkan ve özerk davranmamıza, kendi tercihlerimizi yapmamıza, aklı ve bilimi rehber edinmemize engel olan cemaat denetiminden, cemaat baskısından, cemaat ahlakından kurtulmaktı. Bir de tersinden düşünelim: 22 yıldır ülkeyi tek başına yöneten hükümet, geçmiş döneme yönelik bütün eleştirilerine ve kendi milliliğine yaptığı bütün vurgulara rağmen, kendi topraklarımızda Amerikan üslerinin varlığını içine sindiriyor. Emperyalist merkezlerin kendi komşularımızı dinlemesine, Kürecik radar üssünün İsrail’in güvenliğini sağlamak için İran’ı izlemesine izin veriyor. Serbest piyasa ekonomisine müdahale etmekten, planlamadan, rantiyeyi vergilendirmekten ve ABD’yi kızdırmaktan ödü patlıyor. Erdoğan, FETÖ’nün dini kavramların ardına saklanarak yol kat ettiğini söylüyor ama çareyi din adamlarının halka dinin doğrusunu anlatmalarında buluyor. FETÖ’cülerin anladığından farklı olarak, o doğru dinin ne olduğunu kendisinden başka bilen yok! Sayın Erdoğan’ın üzerine özel biçilerek hazırlanmış bir Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde, onun kişisel kanaatleri ile devletin kurumsal işleyişi arasındaki denge bozulduğu için, eylem ve söylem arasındaki makas açık vaziyette ortada duruyor. Bu koşullarda ne kimliksizleşme tehlikesinin Türk Devrimi’nden, milliyetçilik ve laiklikten değil, emperyalist sistemin yarattığı tahribatlardan geldiğini anlayabiliyorlar ne de FETÖ ile mücadeleyi kurumsallaştırabiliyorlar.

Yazının Devamı

Pavyon kültürü

Yılmaz Erdoğan’ın Perşembe gecesi yayınlanan İnci Taneleri adlı dizisi pavyon kültürünü gündeme taşıdı. Düşünce dünyamızın her zamanki yüzeyselliği içinde, pavyon (müzikhol) olgusunu var eden trajedik temel yerine, ortada kıvırtan kadın ilgi odağı oldu. Gördüğüm kadarıyla bir tek sanatçı Aydilge, konsomatrislerin çektikleri acılara dikkat çekti. Pavyon, meyhaneden birahaneye doğru değişen erkek alt kültürünün, 1990’larda ulaştığı ve daha çok taşra eğlence tarzıyla özdeşleşmiş yoz bir türü olarak gelişti. Meyhane, tarih boyunca erkek alt kültürünün mekânıydı. Fakat kendine özgü teamüller içinde işlerdi. İçkinin mezesi olurdu fakat içkinin kendisi de sohbetin mezesi olarak işlev görürdü. 1970’lerden sonra fıçıların başında ayakta dikilerek bira içilen “fast-food” benzeri birahaneler türedi. Buralarda gürültülü bir arabesk eşliğinde bağıra bağıra konuşmanın, “fondip” yapmanın, olabilecek en kestirme yoldan kafayı bulmanın yolu aranıyordu. Pavyon olgusu ise, 1990’larda taşradaki içkili lokanta ile şehirdeki birahanenin çirkin bir kırması olarak gelişti. Şehirlerdeki bazı birahanelerde kadınlar garsonluk yapmaya başlamışlardı. Taşranın pavyonları garson kadınlara müşterilere daha çok içki tükettirmek diye yeni bir işlev yüklediler. Pavyon gerçeğini anlamak istiyorsak başlangıç için kasaba olgusu akılda tutmamız gerekiyor. Çünkü şehirle köy arasına sıkışmış olan kasaba, sadece düşük eğitim düzeyini, homojen toplumsal ortamı, rafine olmayan kültürel değerleri temsil etmiyor, aynı zamanda kadın-erkek arasında daha kalın çizgilerle çizilmiş bir eşitsizliği, hiyerarşiyi ve gönülsüzlüğü temsil ediyor. Kasabada erkek, şehirle köy arasına sıkışmıştır. Şehirdeki kadın-erkek ilişkilerinin demokratik ve eşit yapısına öykünür. Kadınlar tarafından tercih edilebilecek bir dış görünüş ve sosyal statüye sahip olan şehirli erkek gibi olmamasının sıkıntısı içindedir. Kendi eşini seçememiştir. Hayalindeki bakımlı, güzel, cazip yani “kadınsı” kadına ulaşamamıştır. Dahası, çocuklarının anası ile dertleşememekte, muhabbet edememekte, içini dökememektedir. Kendisi de derin birisi değildir. Yani karısının bakış açısından o da ideal bir erkek modeli olmadığı gibi, karısı ile muhabbet edebilecek biri değildir. Ancak cinsiyet rolleri eşitsizdir ve kadının mutsuzluk karşısında seçenekleri sınırlı iken, erkeğin cinsel hayal kırıklıklarını dengeye getirecek kamusal mekânlara “kaçma” şansı vardır. Pavyon, erkeklerin birbirleriyle muhabbet ettikleri bir mekân olarak doğmadı. Kasabadaki erkeklik halinin cinsel özlemlerini dengeye getirmek, tamamlanmamış bir erkekliği tedavi etmek için biçimlendi. Buraya gelen erkekler, güzel ve çekici buldukları kadınları masalarına davet ettiklerinde terslenmezler. Kadınlar tarafından, üstelik güzel, bakımlı ve çekici kadınlar tarafından, kabul görürler. Dereden tepeden de olsa karşılıklı konuşurlar. Şakalarına kahkaha atan, sözlerine karşılık veren, kendilerini insan yerine koyan kadınlar görürler. Ali dayının bir gecede tarlanın parasını yemesini sağlayan işte bu insan yerine konulma yanılsamasıdır. Bu psikolojik rehabilitasyon o kadar önemli ve belirleyicidir ki, masadaki ilişkinin cinsel bir sonuca gitmesi gerekmez. Çoğu zaman da öyle olmaz. Öyle ki, kocaları tarafından akşam pavyona bırakılıp, gece pavyondan alınıp götürülen evli barklı konsomatris kadınlar bile vardır. Bu işin bir yönü. İşin diğer yönüne baktığımızda, konsomatrislerin trajedisini görürüz. Onları bu işi yapmaya yapmaya zorlayan şartlar ayrı bir meseledir, belalılarına kaptırdıkları kazançları ayrı, sarhoş muhabbetlerine meze olmak ayrı… Evdeki mutsuzluklarını ve erkeklik komplekslerini her zaman sohbet ederek değil, bolca da hakaret ve taciz ederek, o alımlı kadınları bile nasıl aşağılayabildiklerini kendilerine ve çevrelerine kanıtlayarak ruhsal dengeyi bulmaya çalışan tiplerle muhatap olmaları ayrı… Pavyon müşteri profilinin değiştiği ve artık “doktorların, mühendislerin de” buralara gelmeye başladığına ilişkin tespit, pavyonların düzeyli eğlence mekânlarına dönüşmesinden değil, toplumsal ilişkiler ve kültürel değerler dünyamızdaki çölleşme ve taşralaşmadan kaynaklanıyor. Şehirlerimiz kasabalara irilerine dönerken, seçkinlerin “Ali dayılar” haline gelmesi kaçınılmaz oluyor. Pavyon olgusunun neden sadece eğlence kültüründeki değişmenin sonuçlarından biri olmadığını gösterir. Çok daha temelde, kadın-erkek ilişkilerini demokratikleştirme gereğine işaret eder. Kadının kurtuluşunun erkeği de kurtaracağını anlatır.

Yazının Devamı

İnsanca yaşam hakkı

Bundan otuz-kırk yıl öncesine kadar, 19. yüzyılda işçi sınıfının içinde yaşadığı koşulları anlatan romanlardan birini okuduğunuzda, yaşadığınız çağ ile bir yüz yıl öncesinin birbirinden ne kadar farklı olduğunu görüp hayret edebilirdiniz. “Hayatımı yazsam roman olur” klişesi, geçtiğimiz yüzyılın işsizlik, sefalet, güvencesizlik, yoksulluk ve umutsuzluk ortamında halkın büyük çoğunluğu için geçerliydi. Nitekim bu toplumsal ortam sadece romanlara değil, bilimsel sosyalizmin yanı sıra çeşitli kurtuluş teolojilerinin, araştırmaların, örgütlenmelerin, manifestoların ortaya çıkmasına neden olmuştu.

O sefalet ve güvencesizlik koşullarından sosyalizmin Rusya’da iktidara gelmesi, kapitalizmin 1929 krizinin Keynesçi politikalarla aşılabilmesi ve nihayet sosyal refah devletinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün Avrupa’da yürürlüğe konulması ile çıkılmıştı. Sosyalizmin 20. yüzyıl boyunca hem siyasal hem entelektüel bir ağırlık merkezi olması, kapitalizmi 19. yüzyıldaki insafsızlığını törpülemişti. Oysa günümüzde işçi sınıfının siyasal ağırlığı yok. Ortada koca bir gövde var ama kendine ait bir kafa ile düşünemez halde. Hal böyle olunca, 19. yüzyıldaki aşırı sömürü faktörlerinin yeniden mevzi kazanması engellenemiyor. Son kırk yıl içinde hızla değişen koşullardan dolayı, bugün söz konusu romanları okumak insanda pek de hayret uyandırmaz sanırım. Çünkü hayatımız yeniden roman oldu!

Yazının Devamı

İmtiyaz dağıtan siyaset sistemi

Adalet Bakan Yardımcısı Ramazan Can, Bakanlığın görevde yükselme sınavıyla ilgili talepleri cep telefonundan özel kalemine iletirken kameralara yakalanmış. Daha önce de milletvekillerinin bakanlara torpil ricalarında bulunduğu telefon ekranı kazaları basına yansımıştı. İlginç olan, sanki parlamento sistemimizin halkla ilişkiler mekanizması esas olarak böyle iş görmüyormuş gibi yapmamız. Meseleleri gündelik olanın yüzeyselliği içinde algılayıp, gündelik ve uçucu tepkiler vererek yaşayıp gidiyoruz. Oysa torpil sistemi iki yönlü çalışan bir sistem. Bir yönüyle iktidar partisinin “patronaj” yani kendi adamlarını kayırma temelinde hareket etmesiyle, diğer yönüyle ise halkın gücü elinde tutanlardan başta milletvekilleri olmak üzere araya aracılar sokarak kendisi için imtiyaz talep etmesiyle işliyor.

Patronajla iş gören hükümetler liyakati önemsemezler. Önemli olan sadakattir. Bunlar menfaat şebekesi gibi iş görürler. Kamu kaynaklarını öncelikle kendilerine sadakat gösterenlere dağıtmak için örgütlenmiş olduklarından, ideolojik ve programatik yönleri zayıftır. Bunlara siyaset bilimi literatüründe “hepsini yakala” (catc-all) diye uyduruk bir isim verilmiştir. Bu tür partilerin kurduğu hükümetler halkı arsızlığa alıştırır kişiliksizleştirir, kendi omurgasızlığını bir ‘etik’ haline getirip yukarıdan aşağıya halka yayar. Sistemin çarpıklığının esas sorumlusu bu tür partiler ve siyaset yapma tarzının sahipleridir.

Yazının Devamı