Engin Ünsal

enginunsal35@gmail.com

Son Yazıları

Polisiye, suçun tüm katmanlarına girebilir

-“Mantolu Kadın” romanında polisiyenin merkezinde yer alan suç kavramını kadına yönelik şiddet gibi toplumsal bir meseleyle kesiştiriyorsunuz. Sizce toplumsal sorunların polisiyedeki yeri nedir ve polisiyenin bu sorunlar üzerindeki etkisi ne olabilir?

“Mantolu Kadın” domestik noir türünde bir polisiye. Bu tür polisiyeler genellikle evlilik içindeki dengelere, ev içinde psikolojik ya da fiziksel şiddete, kadınlar üzerinden zorba-kurban ilişkisine odaklanıyor.

Yazının Devamı

İşçiler elma yesin

Mine G. Kırıkkanat üretken bir yazar ve cesur bir gazeteci. İşçiler için de dersler çıkarılabilecek bir yazısına rastladım. Başlangıç bölümünde İncil'in yaratılış bölümünden alıntı yapmış aynen alıyorum: "Yılan, Tanrı Yahve'nin yarattığı kırların en kurnaz hayvanıydı. Kadına sordu: Demek Tanrı bahçedeki tüm ağaçlardan meyve yemeyeceksiniz dedi? Kadın yılanı yanıtladı. Bahçedeki ağaçların meyvesinden yiyebiliriz ama bahçenin ortasındaki ağacın meyvesinden, Tanrı dedi ki yemeyeceksiniz çünkü ölürsünüz. Yılan kadına karşılık verdi: Hiç de değil! Ölmezsiniz ama Tanrı bilir ki, o ağacın meyvesinden yediğiniz gün gözleriniz açılacak, iyiliği ve kötülüğü bilen Tanrılar olacaksınız. Kadın gördü ki ağacın görüntüsü hoş, yemesi mideye şifalıdır ve o ağaç akla kavuşmak için arzulanır. Kadın meyvesini kopardı ve yedi. Yanındaki kocasına da verdi ve o da yedi. İşte o zaman ikisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını gördüler."Her üç tek tanrılı dinde elma yoktur. Adem ile Havva'nın cennetten kovulmasına yol açan yasak meyve Eski ve Yeni Ahit'te "iyiyi kötüyü bilme ağacı", Kuran'da ise "şu ağacın meyvesi" olarak anılır. Yasağı delmenin cezası Tevrat ve İncil'de "yersen ölürsün", Kuran da ise "zalimlerden olursun" şeklindedir. "Böylece tek tanrılı üç din öğretisi cehaletin erdemleri ve bilginin ölümcül tehlikesi fikrinde birleşir" diyor sayın Kırıkkanat. Aynen George Orwell'in 1984 adlı muhteşem yapıtında "cehalet bilgidir" diyerek Büyük Birader'in toplumu cahil bırakma çabasını anlatması gibi.

İŞÇİLER UYANIR MI?1962 yılında İşçinin Sesi adlı bir işçi gazetesi yayınlanırdı ve orada yazdığım yazıları "İşçiler Uyanıyor" başlığı ile kitap olarak yayınlamıştım. O günden bu yana köprülerin altından çok sular aktı ama işçi sınıfının durumunda bir değişiklik olamadı ve işçilerin sınıfsal bilinci bir arpa boyu yol almadı. O zaman da işçiler sağcı partilere oy verirdi, şimdi de. O zamanın sendikacıları daha cesurdu. Gerektiğinde iktidara kafa tutabiliyor, genel grev bile yapabiliyordu. Şimdinin işçileri uysal, kuzu gibi. Oy verme eğilimlerinde bir değişiklik yok. Grevleri erteleyen, işsizlik fonunu işsizler yararına değil kendi politikası doğrultusunda insafsızca harcayan, kıdem tazminatını kaldırmayı düşünen, özelleştirmelerle binlerce işçiyi açlığa mahkûm AKP'ye oy vermeye devam ediyorlar.

Yazının Devamı

Örnek bir işveren

Ben işverenleri sürekli hoyrat, insan sevgisinden yoksun, tek amaçları para kazanmak olan ve işçilerini ve onların örgütlenme çabalarını, sendikalarına karşı çıkan emeği ve emekçiyi sevmeyen insanlar olarak düşünürdüm. Çok önemsediğim bir gazetenin 30 Aralık 2018 tarihli sayfalarında beni şaşırtan bir işverenle tanıştım. Yargı değerlerimi sarsan bu kişi inanılmaz bir işveren kimliği ile karşıma çıktı. İşçisinin niteliklerini geliştirmek isteyen, onun kişiliğine saygı duyan ve pek çok işveren tarafından tehlikeli ve sakıncalı olarak kabul edilebilecek bir işverenle tanışıyordum. Onu okurlarıma tanıtmak ve onun düşüncelerinden işverenlerimiz için dersler çıkarmak istedim.İŞÇİSİNE SAYGILI BİR İŞVERENBu sıra dışı şirket en iyi yönetilen şirket ödülü almış Aromsa. Şirketinin kurucusu ve genel müdürü Murat Yasa. Aromsa Türkiye’nin ilk ve tek yerli aroma üreten şirketi. Aromsa’yı 1982 de bir aile şirketi olarak kuran ve o günden bu yana şirketin Genel Müdürlüğünü yapan Murat Yasa 68 yaşında ve düşünceleri ile, işyerinde ki uygulamaları ile çok ayrık bir işveren. Başarının ilk şartını kaliteli insanlarla çalışmak olarak görüyor ve çalışanlarının nitelikli insan olması için her özveriyi gösteriyor. Örneğin teknik lise öğrencisi çocukları işe alıyor. Önce İngilizce öğrenmelerini sağlıyor sonra üniversiteye devam etmek isteyenlere, doktora yapmak isteyen çalışanlarına her türlü ekonomik desteği sağlıyor. Bunlar eğitimlerini ve çalışmalarını tamamladıktan sonra şirkete geri dönüyor ve yönetici oluyorlar. Aromsa çalışanları haftada üç saat yoga yapıyor ve o üç saat mesaiden sayılıyor. Şirketin çalışanlardan oluşan tiyatro, gezi ve kitap klübü var. Salı günleri işyerine gelen İngilizce öğretmeni işçilere İngilizce ders veriyor. Söyledikleri çok ilginç: "Kendime çalışanlarıma karşı dürüst olacağım, onlara mutlu çalışacakları bir ortam sağlayacağım sözünü verdim. Verdiğim sözü tuttum ve bugün işçi sirkülasyonu çok az olan bir şirketiz." İŞVERENLER İÇİN DÖRT ÖNEMLİ İLKESayın Murat Yasa’nın işverenlere örnek olması gereken dört önemli ilkesi, kriteri var. Başarısının bu dört kritere bağlı olduğunu söylüyor. 1. Kriter şirket artık o ülkenin malıdır. Ülke için katma değer yaratmalı ve vergi vermelidir. 2. Kriter çalışanlar mutlu edeceksin. Bu işçinin işyerine bağlılığını sağlar.3. Kriter şirketinle yakın sosyal çevreye katkı sağlayacaksın. 4. Kriter üretimin ile çevreye zarar vermeyeceksin. Sayın Murat Yasa çalışma yaşamı boyunca bu ilkeleri uygulayarak hem ülkesine hem de çalışanlarına olan borcunu ödeyerek sürekli büyümüş.AROMSA İŞVERENLERİMİZE ÖRNEK OLUR MU?Olmasını dileriz. Ülkemizde işverenlerin çoğunlukla çalışanları özümseyemediği, onları yabancı, onların mutluluğunun kârının düşmanı olarak yanlış algıladığı bir ortam var. Geçen hafta yayınlanan İşverenlere Öğütler yazımızda vurguladığımız yöntemler işyerlerinde çalışma barışına katkıda bulunacak öğütlerdi. Aromsa örneği ise bayrağı bir adım daha öteye taşıyor ve çalışanın kişiliğine, emeğine saygıyı yüceltiyor. Emek en yüce değerdir ve emeğe saygı duyan işverenler de bu ülkenin saygın kişileri arasında sayılması gereken bireylerdir. Sanırsam Aromsa çalışanları mutludur. Çalışanların mutlu olduğu bir ülke huzurludur. üretgendir ve insan haklarına saygılı bir ülkedir. İşverenlerimiz Aromsa örneğini yaşama geçirseler kötü yönetilen bu güzel ülke ülkeler sıralamasında mutlaka daha yükseklere çıkacaktır.

Yazının Devamı

İşverenlere öğütler

Ülkemizde işverenlerimiz ne çalıştırdıkları işçilere ne de işçi sendikalarına sıcak bakmamaktadır. İşçileri işyeri ailesinin bireyi olarak görmemekte, işçi sendikalarını kârlarına ortak kurumlar olarak görmektedirler. Oysa işçiye ve sendikaya yakın durmanın işverenler için sayısız yararlar vardır. İşçinin çalıştığı işyeri ile kendisi arasında bir bütünlük kurabildiği zaman işçinin işyerine sadakati artar. Sadakat çalışma yaşamında çok önemli bir unsurdur hem işçi hem de işveren için içeriği zengin bir anlam ifade eder. Çalışma barışının kurulması işçinin işyerinde kendisini evinde hissetmesine bağlıdır. Böyle durumlarda işyerinde iş kazaları azalır, verim ve ürün kalitesi artar, ham madde kullanımı en verimli düzeyde olur. İşçinin işyeri ile özdeşleşmesi, işverenin işçiyi özümsemesi hem işyerleri için hem de ülke için yararlıdır. Bu olguyu gerçekleştirmiş ülkelerin başında Japonya gelir ve işverenlerimizin Japon işverenlerinden öğreneceği çok şey vardır.ÖMÜR BOYU İSTİHDAMJapon çalışma yaşamanın en belirgin niteliği işyerlerinde iş güvencesinin varlığıdır. Japon işverenler işe işçi alırken o işçinin iş güvencesinin çalışma yaşamı boyunca süreceğini bilerek işe alırlar. Bizdeki İş Kanunu 25. maddesinde sayılan fiiller olmadıkça işçinin işten çıkarılması düşünülmez. Böyle olunca işçinin çalışma yaşamına psikolojik bir rahatlıkla devam etmesi ve üretken olması öne çıkar.SOSYAL DİYALOG ÇOK GÜÇLÜDÜRJapon işverenleri ile Amerikan işverenleri arasında ki en önemli fark Amerikan işvereni üretimle ilgili kararları üst düzeyde alır ve işçilerin bu kararı uygulamasını ister. Oysa Japonya’da üretim ile ilgili konularda kararlar aşağıdan yukarıya doğru alınır. Önce işçinin, sonra ustabaşının, sonra bölüm şefinin görüşleri alınarak üretim plânlaması yapılır. Üretimde işçin görüşü alındığından işçi ürettiği malın veya hizmetin en üst kalitede olması için kendisini sorumlu tutar çünkü üretim plânlaması kendisine de sorulmuştur ve üretimden kendini sorumlu tutar.HER İŞYERİNİN MARŞI VARDIRİşçiler iş başlamadan önce ya işyerinin bahçesinde veya tezgâhlarının, masalarının başında işe başlamadan önce işyerinin marşını hep bir ağızdan söylerler. Bu marşın tüm çalışanların katılımı ile söylenmesi birlik ruhunu, takım anlayışının perçinlenmesine katkıda bulunur. Bu nedenle Japonya’da işyerlerinde, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışı egemendir. İŞYERİNİN BODRUMU ÖNEMLİDİRÇalışanların psikolojisi ile üretim arasında yakın bağ vardır. İşçinin bozuk moralle işini devam etmesi hem işçi hem de işveren için zararlıdır. Özellikle bu moral bozukluğu işyeri ilişkilerinden kaynaklanıyorsa bunun giderilmesi gerekir. Bu nedenle her işyerinin bodrum katında tüm üst yöneticilerin mumyaları bulunur. İşçiye hangi üst yönetici kötü davranmışsa işçiye bodrum katına inmek ve orada hazır bulunan sopalarla kendisine yanlış yaptığına inandığı üst yöneticinin mumyasını bir güzel döğerek rahatlar. Sinirlerindeki elektiriği böylece boşaltarak işinin başına dönen işçi keyifle çalışmasına devam eder.İŞÇİYİ SEVMEK ÖNEMLİDİRİşverenlerimiz işlerinde başarılı olmak için her şeyden önce işçilerini sevmek, onların işyeri ile özdeşleşmesini sağlamak için gerekli önlemleri almak zorundadır. Her şey sevgi ile başlar. Bunu hiç unutmamak gerekir.

Yazının Devamı

Lopez Obrador adında biri

Adı tam olarak Andres Manuel Lopez Obrador. Geçen temmuz ayında rekor bir oyla Meksika'nın Cumhurbaşkanı seçildi ve ekim ayında göreve başladı. Meksika yıllardır halktan kopuk, toplumun kaymak tabakasına hizmet eden, yoksulları kolayca unutabilen kimseler tarafından yönetilmekteydi. Lopez Obrador, seçim kampanyası boyunca, "Yoksulların Cumhurbaşkanı olacağım" dedi ve seçmen de kendisini Meksika tarhinde görülmemiş bir oyla Cumhurbaşkanı seçti. Meksika'da tarih tekerrür ediyor. Halkını ezen bir Cumhurbaşkanına karşı halkını ayaklandıran Emilyano Zapata'nın hayaleti Meksika tarihine Lopez Obrador ile yeniden imza atacak ve Meksika tarihinde yeni bir sayfa açılacağa benziyor.HALKIN CUMHURBAŞKANI OLABİLMEKMeksika Güney Amerika'nın geri bırakılmış yoksul ülkelerinden biri. Yıllar önce, yanılmıyorsam 1966 yılında, Genç İşçi Liderleri Toplantısı adı altında Uluslararası Sendikalar Birliği, o zamanki adı ile ICFTU, tarafından düzenlenen bir toplantıya Türk-İş adına katılmış ve halkın yoksulluğuna yakından tank olmuştum. O günden bu yana hiçbir şeyin değişmediğini yazılı ve görsel medyadan izlemiştim. Sanırım Lopez Obrador'la Meksika, tarihi bir kırılma dönemi yaşayacak, dünya nimetlerinden Meksika'nın yoksul halkı yararlanmaya başlayacak.ÖRNEK OLACAK DAVRANIŞLARLopez Obrador, Başkan olarak eskiden Mexico City'nin güneyinde oturduğu evde oturmaya devam edeceğini ve Başkanlık Sarayını halka açık bir kültür merkezi yapacağını söyledi ve göreve başlar başlamaz da Sarayın kapılarını halkına açtı. Halk şaşkınlıkla yıllarca yanına yaklaşamadığı, kapıları sımsıkı halka kapalı Sarayı hayretler içinde gezmiş ve doğru adama oy verdiklerini anlamıştı.Yeni Başkan bununla yetinmedi. Siyasette bir dizi devrim yaratacak gelişmeleri yaşama geçirdi. "Halkın yoksul olduğu bir ülkede hükümet edenler zengin olamaz" diyerek ilk önce Başkanın maaşı dahil, 30.000 üst düzey devlet memurunun maaşlarını yarı yarıya indirdi ve hiç kimsenin maaşı Devlet Başkanının aylık 5.350 dolar olan maaşından daha fazla olamayacağı kararına imza attı. Ardından Cumhurbaşkanlığı uçağını sattı ve tarifeli uçuşların ekonomi sınıfında seyahat etmeye başladı. Yetinmedi; Başkanlık Gizli Servisini kaldırdı ve sivil halktan derlediği silahsız 20 kişilik koruma grubu kurdu ve onlarla gezmeye başladı.CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLURLopez Obrador Meksika caddelerinde, önceki Başkanların kullandığı limuzinleri satarak yıllardır bindiği Volkwagen ile geziyor, "Ben halkımdan koparak değil halkımla birlikte yaşayacağım, yoksul halkım için siyaset yapacağım" diyerek işe başladı ve sözünü tuttu. 13 milyar dolarlık yeni bir havaalanı projesini iptal ederek, "Yoksul halkın böyle bir lükse ihtiyacı yok" dedi. Yolsuzlukla mücadele edeceğini, işsizliği ortadan kaldıracağını, düşük gelirli yurttaşlarına ek gelir olanağı sağlayacağı sözünü verdi. Yaptıklarına bakarak bu sözlerini de mutlaka yapacağına inanmak gerek. Bütün bu bilgilere ve fazlasına 25 Aralık tarihli The New York Times gazetesinden ulaşabilirsiniz. Bunları bu sütuna, "Halkın saygılı Cumhurbaşkanlığı nasıl yapılır" bilesiniz diye aldım. Siyasette halk yararına kurulan örnekleri bilmek doğru olur diye düşünerek bunu okurlarımla paylaşmak istedim.

Yazının Devamı

İş güvencesi var mı?

Çarşıya pazara çıkmayan hükümet yetkilileri her ne kadar kriz yok diyorsa da, Adanalıların deyimi ile, kriz Allahına kadar var. Kriz olmasaydı işyerleri ardı ardına kapanır, toplu işçi çıkarmalar yaşanır mıydı? Üzülerek belirtelim ki İş Yasamızda işveren karşısında güçsüz olan işçiyi koruyacak düzenlemeler yok. Bu konuda Sadece İş Kanunu madde 8'de düzenlenen feshin geçerli nedene dayanması koşulu düzenlenmiş ve geçersiz nedene dayanan fesihlerde işe iade davası açılmasına olanak tanınma yolu açılarak işçi sözde korunmaya çalışılmıştır. Bir de 29. maddede toplu işçi çıkarmaların ilgili bölge müdürlüklerine ve Türkiye İş Kurumuna bildirilmesi öngörülmüştür. Bu hükümler, aşağıda açıklayacağımız gibi, işveren karşısında güçsüz olan işçiyi feshe karşı korumaktan çok uzaktır.YARARLANMANIN KOŞULLARI ÇOK AĞIRİş Kanunu madde 8, ILO'nun 158 sayılı İşçinin Feshe Karşı Korunması Sözleşmesini iç hukuka uyarlamak amacı ile çıkarılmış fakat Sözleşmenin gördüğü amaçlardan çok uzak bir düzenleme getirmiştir. Maddeye göre bir işçinin adına işe iade davası denilen feshe karşı korunma hükümlerinden yararlanabilmesi için üç koşul gerekmektedir: İşçinin 30'dan fazla işçi çalıştıran işyerinde çalışması, altı aylık kıdemi olması ve belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışıyor olması. Bu düzenleme işçi ile alay etmek ve ILO'ya karşı hile yapmaktan başka anlam taşımamaktadır çünkü ülkemizde iki milyona yakın işyeri vardır ve bunların ancak yüzde 10'unda 30 işçi çalışmakta, işyerlerinin yüzde 90'nı bu hükmün dışında kalmakta ve oralarda çalışanlar işe iade davası açamamamaktadır. 30'dan fazla işçi çalıştırma koşulu milyonlarca işçinin feshe karşı korumadan yararlanamaması demektir. Bunun gibi işyerlerinde labor turnover denilen işçi değişimi çok sık rastlanan bir olaydır. İşe yeni girenler kıdem hakkı kazanmasın diye yıl dolmadan veya çok daha önce işten çıkarılmaktadır. Kayıtdışı çalıştırma çok yaygındır böylece belirsiz süreli sözleşmeyle çalışma ve altı aylık kıdem koşulu kolayca önlenebilmektedir. 29. MADDE DÜZENLEMESİ YETERSİZDİRMadde ekonomik,teknolojik,yapısal ve benzeri işletme ve işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işçi çıkarılmak istenmesi durumunda konu işyerinde varsa sendikaya ve Türkiye İş Kurumuna sadece bildirilmesini öngörmektedir. Bu çok yetersizdir. Sendika ve Türkiye İş Kurumuna bildirimi inceleme yetkisi de mutlaka tanınmalıydı ve toplu işçi çıkarma gerkçelerinin var olmadığı ortamlarda Türkiye İş Kurumuna işçi çıkarmaya izin vermeme yetkisi tanınalıydı.ÜSTÜNE ÜSTLÜK ARABULUCULUK KOŞULU7036 sayılı İş Mahkemeleri Yasası işe iade davalarında arabulucuya gitmeyi dava şartı haline getirmiştir. Bu çok yanlıştır çünkü arabuluculuk işçinin parasal isteklerinde İş Mahkemelerinin yükünü hafifletmek için düşünülmüştür Oysa işe iade davalarında henüz parasal bir konu yok; öncelikle feshin haksızlığının tespiti var. Parasal çözüm bu tespitin ardından gelecektir. Öyleyse feshin haklı-haksız oluşunu ve buna göre doğabilecek tazminat tutarına karar verilmesi yargının görevi iken bu görevi arabulucuya vermek gibi bir düzenleme yargıya müdahale, bir yetki gaspı anlamına gelecektir. Başka yazılarımızda belirttiğimiz gibi çalışma yasalarında değiştirilmesi gereken onlarca madde varken bu konuda hiçbir çalışma yapılmaması sendikacılığımızın önemli bir eksiğidir.

Yazının Devamı

Anayasanın 34. maddesi

Sendikalar amaçlarını gerçekleştirmek için çeşitli yöntemler kullanabilirler. Medya yolu ile kamu oyuna ulaşabilirler, milletvekillerine, bakanlara mektup yazarak sorunlarına dikkat çekmeye çalışabilirler veya en etkili yöntem olarak Anayasanın 34. maddesindeki demokratik temel bir hakkı kullanabilirler. Bu madde herkesin önceden izin almaksızın silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahip olduğunu ve bu hakkın kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve ahlâkın korunması amacı ile ancak kanunla sınırlanabileceğini öngörmektedir. Siyaset sokaklara duyarlıdır ve 34. maddeyi kullananlar mutlaka sonuç alırlar. Fransa’da yaşananlar ve hükümetin attığı geri adımlar bunun en son örneğidir.SENDİKALARIMIZ 34. MADDEYİ NEDEN KULLANMAZ?Sendikalarımız Türk-İş’in başında Seyfi Demirsoy ve Halil Tunç’un bulunduğu yıllarda çok cesurdu. Saraçhanebaşı’na on binleri toplayıp hükümetin karşısında dik durabilmiş ve işçi yararına isteklerini hükümete kabul ettirmişti. Genel-İş Sendikası üyesi Çorumlu işçiler Abdullah Baştürk’ün başkanlığında İstanbul’a kadar yürüyerek kendilerini memur yapan Çorum Belediyesinin bu kararı geri almasını sağlamışlardı. O günlerden sonra köprülerin altından çok sular aktı ve bugünkü sendikalarımız geçmiş ile kıyaslanamayacak kadar uysal, sessiz ve çoğunluğu AKP’nin gölgesine sığınmış vaziyette sendikacılık yaptığını sanmaktadır. Sendikalarımızın çoğunluğu kendilerini bir partinin ayağına zincirle bağlamış kağıttan kaplanlara dönüşmüşlerdir. Şimdi önlerinde zincirlerini kırmak için çok yaşamsal bir fırsat vardır. Bu asgari ücretin insanlık onuruna yakışacak biçimde belirlenmesi sorunudur.PROTESTO SENDİKACILIĞIN TEMEL HAKKIDIRSendikacılarımız meydanları sevmiyor ve AKP hükümetini protesto etmekten korkuyor. Bu korkunun nedenini anlamak mümkün değildir. Sorulduğunda “Ülkede polis devleti var. Meydanlara çıkanları toplayıp götürüyor. İşçinin başını derde sokmaya hakkımız yok” diyorlar. Böylesine ürkek, böylesine yasaların tanıdığı hakları kullanmaktan korkan sendikacılık demokratik düzenin kabul ettiği protesto sendikacılığı değil biat sendikacılığıdır. Biat sendikacılığı ile işçi haklarının korunamayacağını yaşamaktayız. Çalışma yasalarında işçi aleyhine onlarca maddenin hiçbirisini değiştirmek için ayağa kalkamayan sendikalar gerçek anlamda sendika değildir.SEN YANMASAN BEN YANMASAM...Yaşamak cesurların hakkıdır. Korkunun ecele faydası yoktur. Korkaklar her gün ölür. İşçi sınıfının tarihi haklarını elde etmek için, özgür sendikacılık için canlarını vermiş, sokakları kanları ile sulamış yiğit işçilerin tarihidir. Onlar olmazsa bugün kazanılmış olan haklar kazanılamazdı. Bugünlerde asgari ücreti belirleme çalışmaları yapılmaktadır ve bu konu yaklaşık 10 milyon işçinin yaşamsal sorunudur. Sendikacılar insanlık onuruna yakışan bir asgari ücretin belirlenmesini sağlamak için mutlaka Anayasanın 34. maddesini kullanmak zorundadır çünkü hükümet ve işveren temsilcileri bu belirlemeyi asla işçiler yararına yapmayacaktır. Barışcı bir yaklaşımla çalışanlar için âdil bir ücret belirlenmesini etkilemek için Anayasal haklarını kullanan işçileri varsın polis sokaklardan toplasın ve mahkemeler tutuklasın ama kardeşim, ama ey sendikacı dostlar Nazım Hikmet’in dediği gibi “Sen yanmasan ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”.

Yazının Devamı

Asgari ücret sorunu ve devekuşu sendikacılığı

Asgari ücret sorunu ülkemizde 8.5 milyon insanı ilgilendiren çok önemli bir konudur. Asgari ücret 4857 sayılı İş Kanununun 39. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre asgari ücret işçinin ekonomik ve sosyal durumunun düzenlenmesi için Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınca Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir. Bu tanımın iki önemli yanlışı vardır. Birincisi asgari ücret işçinin ekonomik ve sosyal durumunu düzenlemek için belirlenmekte ve ailesi kesinlikle dikkate alınmamaktadır. Oysa nasıl 16 yaşından küçükler için ayrı asgari ücret belirlenmekte ise evli ve bekâr işçiler için de ayrı asgari ücret belirlenmelidir. İkincisi en geç iki yılda bir ibaresi yanlıştır. Buna ekonomik ve sosyal koşullar gerektiriyorsa daha önce ama en geç...cümlesi eklenmelidir. Yasanın 39. maddesinin yazılış biçimi ciddi haksızlık ve sosyal ve ekoomik dengesizlik yaratmaktadır. Mutlaka değiştirilmelidir. Evli işçinin yaşam sorumluluğu sadece kendisi için değil ailesi için de vardır ve ücret bu gerçeği göze alarak düzenlenmelidir. İki yıl uzun bir süredir. Ekonominin dinamikleri çok çabuk değişebilmekte ve enflasyonist baskılar işçinin asgari ücretini anlamsız kılabilmektedir.DEVLET, YASALARINA SAHİP ÇIKAMIYORAsgari ücret sorununun çok başka ve fevkalâde önemli bir boyutu var. Devletin asgari ücreti hakça belirlemesinin yanında kanunun gereğinin yerine getirilmesini başka deyişle uygulanmasını sağlamak zorundadır. Merkez Bankasının 2017 de mikro verileri kullanarak yaptırdığı Hane Halkı İşgücü Anketi devletin yasalarına sahip çıkamayan laçka bir devlet olduğunu ortaya koymuştur. Anketin sonuçlarına göre ülkemizde ücret ve yevmiye ile çalışan 18.9 milyon insan var ve bunların 6.7 milyonu asgari ücretle çalışıyor. İşin kötüsü 2017 yılında 1.8 milyon kişi asgari ücretin altında çalıştırılmakta ve devlet buna seyirci kalmaktadır. Bu demektir ki bugün ülkemizde en az 8.5 milyon işçinin asgari ücret sorunu vardır. Bugün bu sayı mutlaka daha da artmıştır. İnsan, AKP hükümeti sadece yeşil alanları yok edip yandaşları AVM'ler kursun diye mi var sorusunu sormaktan kendini alamıyor. Emek hırsızlarını denetleyememesi Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetle Bakanlığı ile AKP için büyük ve affedilemez bir ayıptır. Devlet çıkardığı yasaların uygulanmasını sağlayamadıktan sonra o yasalar neden çıkarılıyor acaba? Kayıtdışı çalıştırma, iş cinayetlerinin nedeni olan İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasını uygulatamama, asgari ücretin altında işçi çalıştırılmasına göz yumma sosyal siyaset alanımızın kanayan yaralarıdır.ASGARİ ÜCRETTE SENDİKALARIN İSTEDİĞİ OLMAYACAKAsgari Ücret Tespit Komisyonunda hükümet, işverenler ve işçiler temsil edilmektedir. Bugüne kadar hükümetler hep işveren temsilcileri ile birlikte hareket ederek asgari ücreti düşük tespit etme yoluna gitmiş ve hiçbir dönemde işçi temsilcilerinin istediği olmamıştır. Bu defa da aynı şey olacak ve işverenlerin isteği sonucu belirleyecektir. Bunun nedeni açıktır çünkü AKP hükümeti, daha önceki hükümetlerden çok daha fazla işçiye karşı ve işveren çıkarlarının yanındadır. Bunun nedeni açıktır: İşçinin gazetesi, televizyonu radyosu ve hepsinden önemlisi ideolojik, siyasal birliği yoktur. İşçinin sığınacağı bir tek Allahı var onu da AKP çok güzel kullanmaktadır. Hiçbir konuda anlaşamayan, ortak davranamayan ey sendikacılar bari asgari ücret konusunda masaya yumruğunuzu vurun ve işçiyi ailesi ile insanlık onuruna yaraşan bir hayatın sahibi kılın. Biraz başınızı kaldırıp dünyaya bakın. Fransa'da benzin fiyatları yükseldi diye halk günlerdir sokaklarda hakkını arıyor. Siz de bütün önemli konularda olduğu gibi asgari ücret konusunda da devekuşu gibi başınızı kuma gömmeye devam edin. Yaptığınız sendikacılığa Devekuşu Sendikacılığı demek lâzım galiba.

Yazının Devamı

Şeker işçilerinin dramı

Anayasamızın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetinin "sosyal bir hukuk devleti" olduğunu söylemektedir. Bunun açılımı şu demektir: Ülkede hukukun üstünlüğü egemen olacak ve milli gelir toplum katmanları arasında eşit olarak dağıtılacak ve bireyler insanlık onuruna yakışan biçimde bir hayat yaşayacak. Bu bağlamda devlet düşük gelirli ve geliri olmayan insanların insanca yaşaması için gerekli önlemleri alacak. AKP Hükümeti, iktidara geldiği 2002 yılından bu yana sosyal hukuk devletini yanlış anlamış ve uygulamıştır. Bağımsız yargı kavramı ciddi boyutlarda aşınmış, bağımsız yargı yerine saray yargısı konuşulur olmuştur. Sınıflar arası gelir dağılımı dengesi çok çabuk bozulmuş ve zengin ile fakir arasındaki makas tehlikeli bir biçimde açılmış, devletin üretim zenginlikleri acımasızca, yok fiyatına satılmış ve sorumsuzca ve gereksizce yapılmış lüks harcamalar yüzünden ülke ödeyemeyeceği kadar büyük borçların altına girmiştir. Kazananlar emperyalizmin yeni temsilcileri, Arap şeyhleri ve AKP'nin yandaşları, kaybeden ise işçiler, memurlar, emekliler ve çiftçiler olmuştur.ŞEKER İŞÇİLERİNE ACIMASIZCA KIYILMIŞTIRAKP, şeker fabrikalarını özelleştirirken Hükümet yetkilileri, "Kimse endişe etmesin, kimse işten çıkarılmayacak, kimse mağdur edilmeyecek" diye şeker fabrikalarının özelleştirildiği bölge halkına kesin sözler verdi. Sonuç hiç de öyle olmadı. Fabrikaların bir bölümü hurda makine ve arsa fiyatına başkalarına satıldı. Çalışmaya devam eden Muş, Çorum, Elbistan, Erzurum, Erzincan, Afyon, Bor, Kırşehir ve Turhal fabrikalarında çalışan işçilerin büyük bir çoğunluğu ya işten çıkarıldı ya da emekli edildi. Çoğunluğu tek fabrikalı olan bu yerlerde emekli olan ve işten çıkarılan fakat emeklilik hakkını kazanamayan işçiler soğuk kış günlerine büyük acılarla girdi ve çok önemli bir yaşam savaşı vermeye başladı. Sosyal devlet bu değildir. Sosyal devlet işçilerin çıkarılmayacağını taahhüt altına almadan fabrikaları özelleştiren ve insanları açlığa terkeden devlet değildir. Emekli olanlar az bir emekli ödeneği ile nasıl geçinecek, işsizlik ödeneği almaya hak kazanamamış işçiler nasıl yaşayacak, altı milyon işsizin olduğu bu ülkede insanlar nereden iş bulacak?OLANLAR, SİYASET FUKARASI SENDİKACILIĞIN SONUÇLARIDIRBu ülkede sendikalar güçlü olsa, kendilerini ücret sendikacılığından kurtarıp sosyal sendikacılığa yönelseler, üyelerini ve işçileri siyaseten aydınlatmaya çalışsalardı şeker işçileri bu kara günleri yaşamazdı. Güçlü sendikalar siyaset üzerinde mutlaka bir etki alanı yaratıp şeker fabrikalarının böyle hoyratça satışını önleyebilir, en azından satış belgelerine "Özelleştirmeden sonra hiçbir işçi işten çıkarılmayacak" hükmünü koydurabilirdi. Günümüz sendikaları üyelerine toplusözleşmeler yolu ile üç kuruşluk zam elde ettiler mi kendilerini başarılı sayıyor ve işçilerin yaşayabileceği sosyo-ekonomik sorunları kendilerine dert etmiyorlar.Şu gerçeğin de altını çizmeden geçmeyelim: Şeker fabrikalarında çalışan ve özelleştirme sonucu emekli olan veya işsiz kalan işçilerin büyük çoğunluğu eminim AKP'ye oy vermiştir. Oyunun bedelini işsizlik olarak alan işçilerimiz umarım bundan sonraki seçimlerde kimin kendine dost, kimin kendine düşman olduğunu daha iyi düşünecektir.

Yazının Devamı

Emeğin Şövalyeleri

Nazım Alpman yürekli bir gazeteci, ülkenin önemli sorunlarını ekrana taşıyan sorumluluk duygusu yüksek bir televizyoncu ve geçmişte işçi eylemlerine önemli katkılarda bulunmuş düzgün bir sendikacı. Ben Nazım Alpman’ı, sonradan Birleşik Metal-İş Sendikası adını alan Otomobil-İş Sendikası’nın son günlerinde tanıdım. 1980 öncesinin devrimci sendikası Maden-İş’ten doğan boşluğu doldurmak çabasında olan Otomobil-İş maden işkolunun örgütlenmesinde zorluklar yaşıyordu. Yöneticiler arasında örgütlenme modeli konusunda görüş ayrılıkları çıkınca yargıdan yardım istendi ve iş mahkemesi üç kişilik bir kayyum heyeti ile Otomobil-İş’in kongreye götürülmesine karar verdi. O üç kişiden biri de bendim. Kayyumluk dönemimizde kongre gününe kadar grev kararları almak gibi önemli işçi eylemlerine karar verdik. O dönemde yapılan ve işçi hareketimizin tarihinde önemli bir yer tutacak olan Netaş grevi işçi sınıfının tarihine not düşmek için yazıldı.ÖNEMLİ BİR KİLOMETRE TAŞIYDINetaş grevi 18 Kasım 1986’da Ümraniye’de bulunan Otomobil-İş Sendikası üyesi 2 bin 650 işçinin işi bırakması ile başladı. O yıllarda ülke 12 Eylül’ün uzayan gölgesinde yapılıyordu. 12 Eylül faşizan bir girişimdi ve yaşananların faturasını işçi sınıfına çıkarıyor ve 2821-2822 sayılı yasalarla özgür sendikacılık boyunduruk altına alınıyordu. Çıkarılan bir grev yönetmeliği işyeri kapısında ancak iki işçi ve bir tek pankartın bulunbileceğini söylüyor, grev ziyaretlerini ve grev mahalline halkın gelmesini yasaklıyordu. Buna rağmen Erdal İnönü, Deniz Baykal, Necdet Calp gibi ülkenin muhalif siyaset önderleri, halk sanatçıları bu greve büyük destek verdi çünkü bu grev ülkenin işçi sınıfına ve aydınlarına kaşı girişilen zulme karşı bir başkaldırıştı. Netaş grevi yerli ve yabancı medya tarafından hak ettiği ilgiyi gördü ve kamuoyu bu grevi sahiplendi. Sonunda grev anlaşma ile sona erdi bizim düzenlediğimiz kongre ile de günümüzün başarılı sendikası Birleşik Metal-İş Sendikası kurulmuş oldu.BAŞKALDIRAN SENDİKACILIK- BİAT SENDİKACILIĞI1980 öncesinde sendikacılığımız altın yıllarını yaşadı. Sonrasında çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı yasalarla özgür sendikacılık yok edildi ve Türkiye ILO tarafından çok eleştirildi. Maden işçilerinin ve Tekgıda-İş’in ÇAYKUR eylemleri dışında eylemsiz sendikacılık dönemi başladı. Hele 2002’de AKP iktidarının iş başına gelmesi ile hukukun üstünlüğü yok edildi ve demokrasinin temel taşları yerinden oynatılıp tek adam yönetiminin temelleri atıldı. Tüm muhalefet odakları ve özellikle sendikalar susturuldu. Sendikalar iktidara yakın durdukça ayakta kalabilecekleri algısına kapıldı. Geçmişin sendikacılığından eser kalmadı. Sendikacılar bırakın direnişlerine, grevlerine siyasilerin gelmesini siyaset sözcüğüne bile kapılarını kapatmışlardır. Grev hakkı yasaklarla donatılmış, yetki sorunu bakanlığın takdirine bırakılmış, kıdem tazminatı kaldırılmak isteniyor, işsizlik fonunun içi boşaltılıyor, işçiye verilmesi gereken paralar işverenler ve AKP politikaları için kullanılıyor ama ses çıkaran yok. Biat sendikacılığı günümüz sendikacılığının belirleyici adı olmuştur.BU KİTAP TARİHE NOT DÜŞÜLMEK İÇİN YAZILDIToplumun hafızası yoktur. Çok çabuk unutur. Şimdiki sendikacılarımız da geçmişi çoktan unuttu. “Emeğin Şövalyeleri” kitabı, geçmişe ışık tutmak ve sendikacılığımızın geleceğine yönelik bir hatırlatma yapmak için yazıldı. Nazım Alpman’a bu güzel ve değerli çalışmasından dolayı teşekkür etmek gerekir. Çünkü bu kitap özgür sendikacılığın ne kadar önemli olduğunun altını çizmeye çalışıyor. İşçi sınıfının Nazım Alpman’a bir teşekkür borcu vardır. Umarız sendikacılar bu kitabın üyeleri tarafından okunmasını sağlar ve bir başka işçi hareketinin var olabileceğini onlara hatırlatır.

Yazının Devamı

İşçi sınıfının ekonomiye etkisi

Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nın zaman zaman iyi şeyler yaptığını uzaktan izleyebiliyorum. Arnavutluk’ta yapılan bir sendika kongresinde rastladığım iki temsilcisi bu sendika hakkında önceden taşıdığım olumsuz görüşün değişmesine katkıda bulundu. Daha önce hiç temasım ve ilişkim olmayan bu sendika yöneticileri ve üyeleri konusunda önceki dönem yöneticilerinin ve özellikle genel başkanının yanlışları yüzünden Türk Metal Sendikası’na sıcak bakmıyordum. Konuştuğum iki üyesinin Atatürkçü, devrimci söylemleri beni şaşırtmıştı. Şimdi aynı sendika çok önemli bir konuda öncülük etmeye çalışıyor. Sendikanın Genel Başkanı Pevrul Kavlak, ‘Emeğine sahip çık, kendi ürettiğini tüket’ sloganı ile ekonomide milliyetçilik ve milli ekonomi konusunda işçi sınıfının ekonomi üzerinde mutlak katkısının olabileceğinin altını çizmek istiyor. Bu çok doğru, hatta çok geç kalmış bir yaklaşımdır. Türk Metal’i kutlamak gerekirken ülke ekomisini yabancı sermayeye teslim eden AKP’nin üzerine gitmemesi, AKP yandaşı gibi yanlış bir görüntü vermesine de değinmek gerekir.

ÖNEMLİ BİR BAŞLANGIÇ

Yazının Devamı

Masaya yumruk vuramayan sendikacılar

Ülkeyi tek başına yöneten ve kimseye hesap vermeyen kişi her ne kadar “kriz-mıriz yok” diyorsa da ülkemizde bal gibi bir kriz var ve kriz bu ülkenin yurttaşlarını, işçi, memur, esnaf işveren ayırımı yapmadan kasıp kavuruyor ve kimse önünü göremiyor. Özellikle işçilerimiz ikili bir kıskacın arasında sıkışıp kalmışlardır. Ekonomik kriz nedeni ile işverenler işyerlerini kapatmayı ve işçileri işten çıkartmayı bir kurtuluş yolu olarak görmekte ve hiçbir devlet kuruluşu işyeri kapatmalarının ve işçi çıkarmaların haklı bir nedene dayanıp dayanamadığını kontrol etmek hakkına ve yetkisine sahip değil. Hükümet ve onun başındaki asrın lideri iş güvenliğinin yok edilmesini ve işçi katliamını seyretmekle yetinmektedir. Mirasyediler gibi ülkenin değerlerini har vurup harman savunanlar, Cumhuriyet döneminin ülkeye kazandırdığı sanayi tesislerini yandaşlara, yabancı dostlara haraç-mezat satan, üreten bir toplumu yok ederek ülkeyi ithal mallarına mahkûm eden ve ülkeyi bir dolara bile muhtaç eden AKP anlayışının ülkeyi getireceği bu kriz ortamından başka bir şey olamazdı. Bir hükümetin zorlukla sağlayabileceği bu durumu kolayca başaran AKP hükümetini kutlamak gerek doğrusu. Böylesinin dünyada başka örneği olduğunu sanmıyoruz.

DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ BİR ÜLKEDEYİZ

Yazının Devamı

Sosyal demokrat belediyecilik

Yerel seçimler yaklaşırken belediyelerin büyüteç altına alınması gerekir çünkü belediyelere yasa ile toplumsal görevler ve özellikle belediye çalışanları ile ilgili olarak çok önemli sorumluluklar yüklenmiştir. Belediyeler siyasi partilerin kılcal damarlarıdır. İyi çalışır ve görevlerini eksiksiz yerine getirirlerse bundan toplum kadar o siyasi parti de önemli kazanımlar elde eder. Bunun için siyasetin içeriğinin iyi anlaşılması gerekir. Siyasi makamlar eski Yunan’dan bu yana sürekli onur makamları olarak algılanmıştır ama zaman içinde bu makamlar bazıları tarafından yanlış bir yaklaşımla yorumlanmaya başlamıştır. Siyaset yapanlar ‘Ben partim için ne yapabilirim’ diye sormalıdır, ‘Partim benim için ne yapabilir’ diye değil. Kapitalizmin gelişme süreci içinde bu yaklaşım ‘partim benim için ne yapabilir’e dönüşmüştür. Siyasetin yozlaşması bu algılamanın yaygınlaşması ile özünden çok şey kaybetmiştir. Belediyeler bu yanılgının en çok yansıdığı yerler olmuştur.BELEDİYE YÖNETİCİLERİ NİTELİKLİ OLMALIDIRYerel seçimler sürecine girdiğimiz bugünlerde siyasi partilerde bir aday olma seli akmaya başlamıştır. İnanılmaz isimler belediye başkanı olabilmek için partilerin ve parti yöneticilerinin kapılarında nöbet tutmaktadır. İlk bakışta garipsenecek bu durumun perdesini araladığınızda arkasında çıkar sağlama tutkusunun varlığını göreceksiniz. Bazı siyasiler belediyeleri kişisel çıkar sağlamanın en kolay yolu olarak görmektedirler. Rüşvet, görevli kişilerin yetkilerini kullanarak veya kullanmayarak haksız kazanç elde etmesi olarak tanımlanabilir. Bu hastalık sadece bize özgü değil tüm dünyayı kapsayan bir sosyal olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu önlemenin tek yolu siyasal erki kullanacakların nitelikli kişilerden oluşmasından geçer. Nitelikli kişiyi birikimli ve kişisel kazanç peşinde olmayacak kişi olarak tanımlamak gerekir. Bu kişinin bilgisi ve sosyal sorumluluk anlayış düzeyi onun belediyelerde veya devlette sağlıklı, toplum yararına hizmet vereceğini varsayar. O nedenle siyasi partiler özellikle belediye başkan adaylarını belirlerken onları sıkı elekten geçirmeli ve kendine değil topluma hizmet edecek kişilerden belirlemelidir.DOĞRULUKTAN, EMEKTEN YANA BEŞİKTAŞ ÖRNEĞİAnlatmaya çalıştıklarımızı İstanbul’da Beşiktaş’ta yaşanan belediyecilik deneyimi ile anlatmaya çalışalım. CHP’nin bazı yan etkilerle burası için belirlediği başkan yaptığı kişinin yaptığı yanlış uygulamaları İçişleri Bakanlığı’nın radarına takıldı ve görevden alındı. Görevden alınan başkan geride mutsuz belediye çalışanları ve ödenmesi olanaksız borçlar bıraktı. Belediye Meclisinin yerine seçtiği başkan vekili Tahir Doğaç yıllarını verdiği partinin ve yaşadığı ilçenin sorunlarını bilen bir kişi olarak sosyal demokrat kişiliği ile belediyenin sorunlarının çözümüne odaklandı. Belediye çalışanlarının sorunlarını dinlemeye, onlar için toplusözleşmelerde belediye olanakları içinde en iyisini sağlamaya ve belediyenin dağ gibi borçlarını ödemeye başladı. Çalışanların güler yüzlü belediye hizmetleri vermesini sağladı. İlçe halkının partisine bakış açısı değiştirdi ve erozyona uğrayan itibarını yüceltti. Bugün belediye çalışanları da ilçe halkı da onun çalışmalarından son derece memnun. Her belediye başkanı belediye hizmetlerine böyle toplumcu bir anlayışla yaklaşmalı ve kendisini değil ili, ilçeyi, beldeyi zenginleştirmeye çalışmalı. İŞÇİNİN VE HALKIN ÇIKARLARI ÖNCELİKLİDİRYurdun her yöresinde belediyeler çok önemli bir istihdam kaynağıdır. Sayıları yüz binleri bulan işçilerin çoğu sendikalıdır. Sözleşmelerle çıkarları iyi koruma altındadır ve böyle olması da gerekir çünkü sosyo-ekonomik sorunları çözülmüş işçiler topluma daha iyi hizmet verir. Öyleyse belediyeler halka iyi hizmet vermek için önce işçilerine iş ve ücret güvencesi vermek zorundadır. Beşiktaş Belediye Başkan Vekili Tahir Doğaç bunu başardı. Diğer belediyelerin onu örnek almasında toplum adına yarar vardır.

Yazının Devamı

İsraf ekonomisi üzerine

Bir ülke tüketerek değil üreterek büyür. Üretmenin yanı sıra tasarruf da çok önemlidir. Bu ekoomik gerçek göz ardı edilip ülke bir israf ekonomisi batağına sürüklenirse bunu maliyetini sadece bugünü yaşayanlar değil gelecek nesiller de öder. Ülkemiz 2202 den beri plansız, programsız olarak yapılan harcamalar yüzünden bugün 465 milyar dolar dış borç altına girmiştir. Bu borcun yaklaşık 200 milyar dolarının yıl sonuna kadar ödenmesi ya da yüksek faiz karşılığı ertelenmesi söz konusudur. İsraf ekonomisi yüzünden ülkenin tasarruf gücü sıfırdır. Üretim araçlarımızın çoğu yabancı sermaye aittir. Özelleştirme furyası talan ortamına dönüşmüştür. Bunun en somut örneği Türk Telekom’un, Türkiye’ye karşı düzenlenmiş suikastların merkezi olan, Lübnanlı Harriri ailesine satılmasıdır. Hariri ailesi bu kuruluşu Türk bankalarından sağladığı kredi ile almış, içinde ki taşınır-taşınmaz değerleri milyarlarca liraya satıp, bankalara bir kuruş ödemeden ülkeden çekip gitmişdir. Bankalar şimdi aptalca kredi politikaları yüzünden geri dönmeyen krediye karşılık bankacılığın yanında telefon hizmeti de vermek zorunda kalacaktır.EL İNSAF DEMEK GEREKAKP iktidara geldiği yıldan bu yana Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet ile hesaplaşmak sevdasına kapılmıştır. Kurtuluş Savaşı ile emperyalizme karşı dev gibi bir başarı kazandıktan sonra bu devleti kuran Atatürk ve İnönü’ye, “iki ayyaş” denerek işe başlanmış ve Cumhuriyetin kurduğu bütün tesisleri yok pahasına yandaşlara satılmıştır. Özelleştirilen tesisler kapatılmış, kağıt gibi çok önemli bir sanayi dalında büyük bir kriz yaratılmış, basına, eğitime, sanata büyük bir darbe vurulmuştur. Ülkenin insanları aydınlanmasın diye kasden bir can damarı kesilmiştir. Tarım, hayvancılık maksatlı bir politikayla çökertilmiş ve bazı insanların dış alım yolu ile milyarlar kazanmasının alt yapısı hazırlanmıştır. 8 milyon insanın ayda bin 604 lira olan asgari ücretle geçinmeye çalıştığı bir ülkede Betepe’nin yaptığı harcamalar dudak uçurtacak niteliktedir. Sarayın lüks düşkünlüğü inanılmaz boyutlardadır. Sarayın emrinde 14 tanesi zırhlı olmak üzere hepsi lüks ve son modellerden oluşan 268 araç bulunmaktadır. Sarayın dört tane lüks uçağı varken şimdi Katar Emiri’nden çok lüks bir uçak daha alınmıştır veya alınmak üzeredir. BAŞKAN KILIK DEĞİŞTİRİP HALKIN İÇİNE GİRSİNBu öylesine iyi planlanmış bir israf senaryosudur ki 1 no’lu KHK ile Cumhurbaşkanının her türlü harcaması hiçbir denetine tâbi olmadan yapılacaktır. Bu hiçbir demokratik ülkede kabul edilebilecek bir uygulama değildir. Sarayın çok yüksek maaşlı bir Danışmanlar ordusu vardır. Saray çok lüks ağırlamaların yapıldığı bir israf merkezine dönüşmüştür. Bu ülke kalkınacaksa şiddetle tasarrufa ihtiyacı vardır. İşçiyi, memuru, dar gelirlileri çok rahatsız eden lüks tüketime son verilmelidir. Dar gelirliler bir yaşam savaşı verirken ejder meyveli harcamalar açlık sınırında yaşayan milyonlarca insanı fevkalade rahatsız etmektedir. Cumhurbaşkanı 4. Murat gibi kıyafet değiştirerek halkın arasına karışsa kim bilir neler duyacak ve belki de, “ben neymişim yahu” demek noktasına gelecektir. SENDİKALArIN PROTESTO GÖREVİ VARDIRİşçiler, memurlar sendikalı olsun olmasın çok zor günler geçirmektedir. Ülkenin yaşadığı kriz daha da şiddetlenecektir çünkü ülkenin sağlıklı bir ekonomi plânlaması yoktur. Ekonomi tamamen dış güçlere teslim edilmiştir. Yaratılan korku ortamında kimse sokaklara çıkıp demokratik haklarını kullanarak yaşadığı zor koşulları protesto edememektedir ama sendikaların protesto görevi vardır. Sömürüyü protesto etmek, sömürüyü önlemek sendikaların en önde gelen görevidir. Sendikalar bu görevlerini sadece üyesi olan işçiler için değil, tüm emekciler, tüm ezilenler adına yapmak zorundadır. Eğer işçi ve memur konfederasyonları her türlü art niyetlerinden arınıp, birbirine karşı biledikleri baltaları gömüp milyonlarca işçiyi ve memuru meydanlara toplayıp gümbür gümbür bu israf ekonomisini, bu yandaş zengin etme tavrını, bu ülkeyi yabancılara peşkeş çekmeyi protesto etseler bakın bakalım haksız kazanç sağlayanlar, lüks tüketim tutkunları nasıl salkım saçak dökülüp kaçacak delik arayacak ve ülke ekonomisi nasıl doğru rayına oturacaktır. Ama nerede Saraçhanebaşı’nin yiğit sendikacıları nerede uzun yürüyüşler yapan Zonguldak’ın maden işçileri, Çorum’un Belediye işçileri. Şimdi meydan, çoğunluğu hükümetten korkup koltuğunun arkasına saklanan sendikacılara kaldı...

Yazının Devamı

İş cinayetleri bitmeyecektir

Ülkemizde iş kazası ve meslek hastalığı sonucu yaşamını kaybeden işçi sayısı bir hayli yüksektir. İş kazası ve meslek hastalığından kaynaklanan ölümler birer iş cinayetidir çünkü bu ölümler gerekli önlemler alınsa yaşanmayacak ölümlerdir. Kasıt ve ihmal unsurlarına dayalı bu ölümlere iş cinayeti diyoruz çünkü bu ölümler işverenlerin ve devletin konuya yeteri kadar özen göstermemesinden kaynaklanmaktadır. SGK verilerine 2003-2016 yılları arasında iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölen işçi sayısı yaklaşık 17 bindir. Oysa bu sayı yanlıştır çünkü gene aynı kurumun verilerine göre sadece 2005-2016 yılları arasında iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölüm geliri bağlanan dosya sayısı 28 bin 195’tir. Bundan çıkan sonuç şudur; ülkemizde iş kazası ve meslek hastalığından her yıl yaklaşık 2 bin 800 kişi ölmektedir. Bu çok yüksek bir sayıdır.6311 SAYILI YASA UYGULANMIYORSanayi ve hizmetlerde iş kazalarını önlemek ve işyerlerini daha sağlıklı yaşanabilir bir ortam yaratmak için 2012 tarihinde 6311 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası çıkarılmıştır. Amaç işyerlerinde yaralanmaları, iş kazası ve meslek hastalığı ölümlerini önlemekti. Yasa düzenlenmesi açıdan geniş kapsamlı ve çalışanların da 20. maddede düzenlenen Çalışan Temsilcisi aracılığı ile de işyeri denetimlerini sağlayan oldukça demokratik bir yapıya sahip. Örneğin işyerlerinde işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı bulundurmak zorunlu duruma getiriliyor, Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Konseyi ile işyerlerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu oluşturulması öngörülüyor. SGK verileri bu konularda hiçbir bilgi içermiyor. Kaç işyerinde İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu oluşturulduğu konusunda bir bilgi yok. Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu kaç kere toplandı ve ne kararlar alındığı belirsiz. Oysa bu kurulda devlet, işçi ve işveren temsilcileri var ve bunların alacağı kararlar çok önemli. Yasanın bu hükümlerinin yeterince uygulandığı veya hiç uygulanmadığı konusunda bilgi sahibi değiliz çünkü bu konularda kamu oyu ile paylaşılmış bir bilgi yok.TEMEL SORUN DENETİMSİZLİKÜlkemizde iş cinayetlerinin çokluğunun temel nedeni işyerlerinde 6311 yasanın emredici hükümlerinin uygulanması konusunda Sosyal Güvenlik Kurumu ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının imkânsızlıklardan kaynaklanan ihmali. Ülkemizde iki milyonu aşkın işyeri var. Yasanın 2. maddesi yasanın, bazı istisnalarla, kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine çalışanların faaliyet konularına bakılmaksızın uygulanacağını öngörmüştür. Yasanın alınmasını emrettiği önlemlerin işverenlere parasal yük getireceği açıktır bu nedenle bir çok işyeri bu önlemleri almaktan kaçınmaktadır. Tüm işyerini denetlemeye yetkili kurumların kadro sıkıntısı vardır. Örneğin Çalışma Bakanlığında ve SGK da bu işle görevli müfettiş sayısının bini geçtiğini sanmıyoruz. Bu kadar az sayıda teftiş elemanı ile bu kadar çok işyerinin denetlenmesi olanaksızdır. Denetlenemeyen işyerlerinde yaralanma, iş kazası ve meslek hastalığının yaygınlığı da kaçınılmaz olacaktır.SENDİKALAR DENETİME DAHİL EDİLMELİDİR6311 sayılı yasa eksiksiz uygulansa iş kazaları ve meslek hastalığından ölümler mutlaka azalacaktır. Yasada değişiklik yapılarak işçi sendikalarına da iş müfettişleri ile birlikte denetim yetkisi verilmesi çok yerinde olur. Böyle bir düzenleme hem sendikaların üye sayısını artırmaya ve hem de işyerlerinin dönemsel denetimine büyük katkı sağlayacaktır. Devlet yetersiz kaldığı böyle bir durumda mutlaka denetimi etkili kılacak yöntem oluşturmak zorundadır. Bu amaçla işçi sendikalarını devreye sokmak yerinde bir davranış olacaktır çünkü sendikalar sendikalı olsun veya olmasın bütün işçilerin sağlıklı yaşamından sorumludur. Bu yoldan belki de sendikaların üye sayısını ve bağıtlanacak toplu iş sözleşmesinin sayısını çoğaltmak da mümkün olacaktır.

Yazının Devamı

Ekonomik kriz dönemlerinde işten çıkarmalar

Adına ister ekonomik kriz, ister ekonomik duraklama (stagnation) denilsin ülke bir ekonomik dar boğazda ve bunun bedelini en çok işçiler ödüyor ve daha da fazlası ile ödeyecek çünkü çalışma ortamında müthiş bir işten çıkarma gerçeği yaşanıyor. İşsizler havuzunu taşıracak bu oluşumun akışını yavaşlatmak ve önlemek mümkün ve bu konuda hem işverenlerin hem de işçilerin bilgilendirilmesinde yarar var. 4857 sayılı İş Yasası 29 ve 100. Maddelerinde bu durumu düzenlenmiştir. 29. Maddeye göre İşverenler ekonomik, teknolojik, yapısal ve benzeri işetme, işyeri veya işin gerekleri sonucu toplu işçi çıkarmak istediğinde, bunu en az otuz gün önceden bir yazı ile varsa işyeri sendika temsilcilerine yoksa ilgili bölge müdürlüğüne ve Türkiye İş Kurumuna bildirmek zorundadır.20-100 işçi çalıştırılan işyerlerinde 10 işçinin, 101-300 arası işçi çalıştırılıyorsa bunun %10’nun ve 301 den fazla işçi çalıştırılıyorsa 30 işçinin işten çıkarılması toplu işten çıkarmadır . Bu durumda işverenin mutlaka yukarıda değindiğimiz usulü uygulamalıdır.4857 sayılı yasanın hükmüne aykırı olarak işçi çıkaran işveren veya işveren vekillerine çıkardıkları her işçi için, işçilerin yasal hakları saklı kalmak kaydı ile, 450 lira idari para cezası verilecektir.İşten çıkarılan işçilerin çoğu, koşulları yerine getirmediği için işsizlik ödeneği alamayacaklar ve topluma ağır yükler getireceklerdir. Bu nedenlerle işten çıkarmaların çok yakından denetlenmesi ve koşullara uymayan çıkarmaların engellenmesi için işçi sendikalarına ve Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüklerine çok önemli görevler düşmektedir. İşten çıkarmalarda 29. Madde hükmüne uyulduğu kanısında değiliz. Uyulmadığında Çalışma ve İş Kurumu Bölge Müdürlükleri işten çıkarmaları durdurmak zorundadırlar. Keyfî çıkarmalar toplumda mutlaka sosyal patlamalar meydana getirebileceğinden yetkililerin uyarılması ve aman dikkat denilmesi gerekmektedir.SENDİKALAR DENETLEMELİDİRYasanın öngördüğü sadece bildirim değildir. İşverenler sadece bildirimi yapmak zorunda değildir. Toplu işten çıkarmanın gerekçesini de bildirmek ve belgelemek zorundadırlar. İşkur İl Müdürlüklerinin yeterli elemanı yoktur bu nedenle bu müdürlük sendikalardan yardım istemeli ve toplu işçi çıkartacak işyerleri denetlenmesini ve durumun bir raporla kendisine bildirilmesini istemelidir.. İşverenlerin toplu işten çıkarmaları mutlaka denetlenmeli ve işverenlerin kriz bahanesi arına sığınmalarına izin verilmemelidir.Yasalar lâfzı ve ruhu ile uygulanır. İş Yasasıın 29. Maddesi her ne kadar İşkur il müdürlüklerinin denetim yetkisinden söz etmiyor ama ruhu böyle bir denetimi mutlaka öngörüyor. Böyle olmasa neden sadece bildirim zorunluluğu getirilsin? İşkur yapılan bildirimin gerçek olup olmadığını mutlaka denetlemeli ve doğru olmayan toplu çıkarma gerekçeleri nedeni ile işverenlere durumu bir yazı ile bildirerek işten çıkarmaları önlemelidir.Yasanın ihlalinin belirlenmesi aynı zamanda bir takım ceza-i ve hukuki davaları da gündeme getirebilir.NEDEN BİR KHK ÇIKARILMAZOlur olmaz her konuda bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) enflasyonu yaşanan ülkemizde Cumhurbaşkanlığı neden sosyal felâket olan yaygın işten çıkarmaları önlemek için önlem düşünmez ve bu konuda bir KHK çıkarmaz anlamak mümkün değil. Kriz bahane edilerek gerçek olmayan toplu işten çıkarmalar için ceza-i yaptırımlar ve işten çıkarma zorunluluğunu kanıtlayan raporların ibrazı istenebilir. İşçilerin yoğun biçimde sefaletin ve belirsizliğin içine itilmesini önlemek hem işçinin hem toplumun sağlığını korumak konusunda ülke yöneticilerinin bir görevi vardır .Sendikacı dostlar toplu işçi çıkarmaların önlenmesi için derhal bazı somut adımlar atmalıdırlar.

Yazının Devamı