04 Mayıs 2024 Cumartesi
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Altın Portakal’da ‘Kasabama dokunma!’

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Sinema tarihimizde köy romantizmi yapan çok sayıda film varken, köyleri kötülük yuvasıymışçasına resmeden örnekler de boldur. Örneğin Türkan Şoray’ın meşhur “Dönüş” filminin tepeden tırnağa mendebur köylüleri unutulmazdır.1980’lerden sonra köy filmlerinin modası geçip yerine kasaba anti-romantizmi geçerken, bu yerleşim yerleri Türkiye’nin bir aynası olarak tekinsizlik, uğursuzluk, kötülük bölgesi olarak hedefe oturtulmuştur.

Çarşamba gecesi itibariyle, 59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Yarışma kategorisinde yer alan 10 filmin sekizini seyretmişken (diğer iki film 6 Ekim Perşembe günü gösterilecek) aklımda dönüp dolaşan soru, “Sinemacılarımız taşradan, kasaba insanından neden bu kadar nefret ediyor?” şeklinde.

Kasabalar, elbette ki örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri “Kasaba”, “Mayıs Sıkıntısı”, “AhlatAğacı”nda olduğu gibi hayırhah bir tutumla ele alınmak zorunda değil ve elbette ki herkes kasaba yaşamına Çehov’unki gibi derinlikli bir anlayışla yaklaşacak yeteneğe sahip olmayabilir ama ne olursa olsun bu denli yerden yere vurucu bir yaklaşım bana kültürel açıdan pek sağlıklı gelmiyor. Hele ki bu kasabalar aracılığıyla bir genel bir Anadolumanzarası sergilenmek isteniyorsa! Eğer bir kaçış noktası, “küçük obanın bireylerinin” yeni yaşam alanı ya da bir kıyı kasabası, tatil yeri değilse, bizim küçük küçük burjuva-liberal aydınlarımız kasabadan, kırdan, köyden oldum olası nefret eder ve bu duygu beyazperdeye de sıkça yansıtılır.

KASABA VE LİNÇ KÜLTÜRÜ

Jüri çok büyük sürpriz yapmazsa en iyi film seçileceğine kesin gözüyle bakılan Emin Alper imzalı “Kurak Günler”, bu açıdan laboratuvar gibi bir film. Anadolu’da bir yerde, etrafında obruklar bulunan Yanıklar kasabasına yeni atanan genç bir savcının, kasaba halkıyla, belediye başkanıyla, başkanın avukat oğluyla, hakime hanımla, dişçiyle, yerel gazeteciyle ilişkileri çerçevesinde içine çekildiği bir tecavüz olayını aydınlatma sürecini anlatan film, savcının “böyle gelmiş böyle gider” anlayışıyla mücadelesine odaklanıyor.

Tıpkı şimdiki Türkiye gibi seçim hazırlıkları içindeki Yanıklar, halkının yaban domuzlarına da insanlara da linç kültürüyle yaklaştığı, melun, uğursuzluk dolu, tekinsiz bir yer. Yargılamanın süjeleri hakim-savcı-avukat için küçük bir üçgen kuran, doktor kocasıyla yaşayan hakime hanımın savcımıza “Sana mı kaldı bu işleri düzeltmek?” tavrıyla yaklaştığı, ister kasabalı olsun ister dışarıdan gelsin okumuş-yazmış takımının da “kasabalılaşmaktan”, deyim yerindeyse obruğa düşmekten kurtulamadığı “Kurak Günler”, ana karakterlerini de tıpkı günümüz Türkiye’si gibi ikiye bölüyor. Bir yanda, “muhalif” kesimi temsilen, eşcinsel olup olmadıkları konusunda dedikodular ve soru işaretleri bulunan yakışıklı savcı ve gazeteci var, diğer yanda “iktidarı” temsil eden, ellerinde av tüfekleriyle çirkin, kötü kasabalılar ve eşraf…

Öyküsü itibariyle “Vurun Kahpeye” çağrışımları yaratan “Kurak Günler”, ritmi, temposu, müzik çalışması, oyunculukları, kurgusuyla kalburüstü bir filmse de çizdiği kasaba-Türkiye tablosuyla aşırı mutsuz ve umutsuz olmaktan kurtulamıyor. Kendisinden önceki savcıların kaçıp kurtulduğu Yanıklar’da “muhalif” savcı ve gazeteci de kaçıyorlar ve canlarını zor kurtarıyorlar.Öte yandan, keşke savcının beylik bir tabancası olsaydı demekten de geri duramıyorsunuz.

HERKESİN ELİNDE KAN VAR

Selcen Ergun’un “Kar ve Ayı”sı da genel hatlarıyla benzer bir öykü anlatıyor. Çevresinde tehlikeli bir ayının gezindiği, kasabalıların elde tüfek ayı nöbeti tuttuğu karla kapla bir kasabaya atanan genç hemşire Aslı’yla tanışıyoruz filmde. Tıpkı “Kurak Günler”deki tecavüz gibi “Kar ve Ayı”da da bir ölümün etrafındaki sis perdesi aydınlatılmaya çalışılıyor. Kasaba gene korku, kuşku ve tedirginlik mekânı olarak kullanılıyor.

Henüz seyretmediğimiz, Özcan Alper’in “Karanlık Gecesi” için de katalog bilgisi aktaralım: “Yedi yıl önce dahil olduğu bir linç olayı, ölmek üzere olan annesiyle vedalaşmak için kasabaya döndüğünde peşini bırakmaz. Çocukluk arkadaşları olan diğer beş fail ve onları destekleyen kasaba halkıyla yüzleşen İshak, üzerine çöken suçluluk duygusuyla mücadele eder. Aslında kasabadaki herkes üç maymunu oynamaktadır, çünkü herkesin eline kan bulaşmıştır.”

Anlayacağınız, 59. Altın Portakal’da “Kasabama dokunma!” dedirtecek bol malzeme mevcut.