Yandex
05 Aralık 2025 Cuma
İstanbul 12°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Tarihsel materyalizm 2025: Emperyalizm ve savaş

Michael Roberts

Michael Roberts

Gazete Yazarı

A+ A-

Her yıl Historical Materialism dergisi Londra’da bir konferans düzenliyor. Bu konferansa (çoğunlukla) akademisyenler ve öğrenciler katılarak Marksist teoriyi ve kapitalizmin eleştirisini tartışıyorlar.

Bu yılki konferans oldukça kalabalıktı ve şimdiye kadar en iyi organize edilenlerden biriydi. Ekonomi, kültür, teknoloji, emperyalizm, savaş ve toplumsal cinsiyet konularında geniş bir oturum ve genel toplantı yelpazesi vardı. Faşizm, teknoloji (özellikle yapay zekâ), emperyalizm, iklim değişikliği ve elbette Marksist teori üzerine birçok sunum “akışı” bulunuyordu. Elbette aynı anda iki yerde olamadığım için tüm bildirileri değerlendirmem imkânsızdı ve bu nedenle konferansa dair izlenimim kaçınılmaz olarak kendi ilgi alanlarıma göre önyargılı olacak.

KENDİ SUNUMUM: “YETİŞMEK Mİ, GERİ KALMAK MI?”

Başlamak için emperyalizm oturumundaki kendi sunumumdan söz edeyim. Bildirimin başlığı “Yetişmek mi, Geri Kalmak mı?” idi. Bu bildiride, sözde Küresel Güney’in yoksul ülkelerinin sözde Küresel Kuzey’in zengin ülkelerini “yakalamakta” olup olmadıklarını inceledim.

“Yetişme” ölçütü olarak üç gösterge kullandım:

1. Kişi başına gelir düzeyleri,

2. İşgücü verimliliği düzeyleri,

3.Birleşmiş Milletler tarafından derlenen İnsani Gelişme Endeksi.

Bu göstergelerin her biri için G7 ülkelerinin (ya da “yüksek gelirli” ekonomilerin) yıllık ortalama büyüme eğilimini aldım ve BRICS ülkelerinin eğilimleriyle karşılaştırdım. Bu eğilimleri ileriye doğru yansıtarak, zengin Küresel Kuzey ekonomileri ile Küresel Güney (BRICS) ekonomileri arasındaki farkın bir gün kapanıp kapanmayacağını ölçtüm. Üç göstergenin tamamında, Küresel Güney’in açığı kapatmadığını ve asla kapatmayacağını — muhtemel tek istisnanın Çin olduğunu — buldum.

Bu fark neden kapanmıyor? En önemli neden, emperyalizmdi. Zenginlik (değer), sürekli olarak Küresel Güney’den Küresel Kuzey’e transfer ediliyor. Ayrıca, Küresel Güney’de sermayenin kârlılığı, işgücü verimliliğindeki artıştan daha hızlı düşüyordu ve bu durum üretken yatırımları ve ekonomik büyümeyi yavaşlatıyordu. Çin ise istisna teşkil ediyordu çünkü yatırım büyümesi, diğer büyük Küresel Güney ekonomilerinden farklı olarak sermayenin kârlılığı tarafından belirleyici biçimde yönlendirilmiyordu.

Benim bulguma göre, Küresel Kuzey’deki emperyalist ekonomiler için yıllık değer kazancı GSYH’nin yaklaşık yüzde 2-3’ü iken, Küresel Güney’in çok daha kalabalık ekonomileri için kayıp da benzer düzeydeydi. Diğer bir deyişle, emperyalist sömürü olmasaydı, G7 ekonomileri (ABD dahil) neredeyse hiç büyümeyecekti; Küresel Güney ekonomileri ise çok daha hızlı büyüyerek arayı kapatmaya başlayacaktı.

ALT-EMPERYALİZM VE BORÇ-EMPERYALİZMİ ELEŞTİRİLERİ

Aynı oturumda, Pedro Matto “alt-emperyalizm” kavramına ikna edici bir eleştiri sundu. Bu kavrama göre Küresel Kuzey, Küresel Güney ülkelerinden değer transferi elde ediyor; ancak Güney’in büyük kapitalist ekonomileri de (Brezilya, Rusya, Güney Afrika, Hindistan, Çin gibi) kendi bölgelerindeki daha zayıf çevre ekonomilerinden değer çekiyor. Bu nedenle bu ülkeler “alt-emperyalist” olarak görülüyor.

Bu kavrama üç nedenle hiç ikna olmadım:

Birincisi, bu yaklaşım her ülkeyi hem “biraz emperyalist” hem de “biraz sömürülen” konumuna yerleştiriyor. Bu da Lenin’in tanımladığı şekliyle emperyalizm kavramını, yani olgun, gelişmiş birkaç Küresel Kuzey ekonomisinin dünyanın geri kalanını sömürdüğü fikrini, zayıflatıyor.

İkincisi, Matto’nun eleştirisinin de vurguladığı gibi, her ülkenin biraz emperyalist olduğu iddiası, anti-emperyalist mücadelenin yönünü bulanıklaştırıyor.

Üçüncüsü, Zambiya’dan Güney Afrika’ya; Paraguay’dan Brezilya’ya; ya da yoksul Asya ülkelerinden Çin’e doğru BRICS’ten G7+ ekonomilerine ticaret ve finansal akımlarla gerçekleşen devasa değer transferleriyle kıyaslanabilecek ölçekte bir değer akışı olduğuna dair hiçbir ampirik kanıt yok.

Bu oturumda Cristina Re ve Gianmaria Brunazzi, “borç güdümlü emperyalizm” dedikleri ilginç bir teori sundular. ABD eskiden dünya ekonomisinde bir alacaklıydı; ticaret fazlası veriyor, dışarıya borç veriyor ve yatırım yapıyordu. Ancak 1970’lerden itibaren giderek artan ticaret açıkları verdi ve Avrupa, Japonya ve Çin başta olmak üzere dünya genelinde büyük borçlar biriktirdi. Fakat doların dünya ticaret ve rezerv parası olması nedeniyle bu borç, ABD için bir dezavantaj değil; diğer ülkeleri domine etmek için yeni bir ekonomik silah haline geldi.

Bu teoriyi çok ikna edici bulduğumu söyleyemem. Bana göre borç-emperyalizmi, yoksul ülkelerin büyüyebilmek için emperyalist kurumlardan büyük borçlar alması, ancak kriz dönemlerinde temerrüde düşmek zorunda kalmaları, para birimlerini devalüe etmeleri ve IMF ile Kuzey bankalarına olan yükümlülüklerini karşılamak için ağır kemer sıkma önlemleri uygulamalarıdır. ABD ise doların “olağanüstü ayrıcalığı” sayesinde bu durumun istisnasıdır; dış yatırım akışları sayesinde ticaret açıklarını kolayca finanse edebilir. Ancak buradan ABD’nin borcunun emperyalist hâkimiyetin yeni bir aracı olduğu sonucunun nasıl çıkarıldığını göremiyorum.

EMPERYALİZM VE SAVAŞ ÜZERİNE MEGA OTURUM

Büyük katılımın olduğu “Emperyalizmi ve Savaşı Yeniden Düşünmek” oturumunda Michael Hardt, emperyalizmin (muhtemelen hem ABD hem Avrupa’nın) ekonomik hâkimiyetten ziyade militarizmin belirleyici olduğu “küresel savaş rejimlerine” dönüştüğünü savundu.

Bir diğer konuşmacı Morteza Samanpour, özetinde şunları ileri sürdü:

“Kapitalist küreselleşme zamanı homojenleştirmez, tersine onun farklılaşmasını yoğunlaştırır. Lojistik, finansal ve çıkarımsal operasyonlar yoluyla sermaye, uzam-zamanı hem birleştirir hem de parçalar; küresel yeniden üretim için aktif uyumsuzluklar üretir.”

Ayrıca:

“Enternasyonalist, anti-emperyalist bir siyasi strateji, özellikle güncel savaş konjonktürü ve tarihsel Batı’nın ötesinde çoğalan emperyal biçimler açısından — şimdiki zamanın kırık, düzensiz zamanlarına uyum sağlamalıdır. Gerçekten özgürleştirici bir enternasyonalizm için bu uyumsuz toplumsal zamanlarla üretken bir şekilde ilişkiye girebilecek yeni bir stratejik akıl yürütme gerekmektedir.”

Tüm bunları anlamakta zorlandığımı söylemeliyim — ben basit konuşulmasından yana olan biriyim. Sanırım bunun özü, “kampçılık” olarak adlandırılan görüşe bir eleştiriydi. Yani ABD emperyalizminin politikalarına karşı bazı küresel güçler var diye Marksistlerin Rusya, Çin veya İran gibi otoriter devletleri sadece ABD ve İsrail’e karşı oldukları için desteklemesi gerektiği anlamına gelmediği savunuluyordu. Bu görüşe sempati duysam da, Samanpour’un “tarihsel Batı’nın ötesinde emperyal biçimlerin çoğalması” dediği şeyin Çin, Rusya ya da hatta İran veya Suudi Arabistan’ın emperyalist olduğu iddiasına mı denk geldiğini merak ettim.

ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE, SAVAŞ VE EKOLOJİ YAKLAŞIMLARI

Bu mega oturumda diğer konuşmacılar, emperyalizm ve savaşa karşı nasıl mücadele edileceğine odaklandı. Eleonora Cappuccilli ve Michele Basso, emperyalizmi yenmenin yolunun “direnen” devletlerde değil, inşa etmeye çalıştıkları uluslararası sınıf temelli örgütlerde olduğunu savundu. Ancak “yaşayan emek” gibi terimler kullanarak (ben buna daha basitçe “işçi hareketi” derdim), göçmen ve güvencesiz emeğin emperyalizme karşı mücadelenin öncüsü olacağını iddia ettiler; bu bana pek olası görünmedi.

Feyzi Ismail, askeri altyapıya yapılan yatırımların ve bu altyapının sürdürülmesinin küresel karbon emisyonlarının ve çevresel yıkımın büyük itici güçleri olduğunu savundu. Küresel askeri faaliyetler — aktif savaş hariç — toplam küresel emisyonların yaklaşık yüzde 6’sını oluşturuyor. Güvenlik, ulusal kaynaklara erişim, iklim kaynaklı göç ve doğal afetlere askeri çözümler getirme döngüsünü kırmak için kitlesel hareketlerin — yalnızca iklim hareketinin değil, savaş ve kemer sıkmaya karşı sendikalar ve işçiler aracılığıyla yürütülen hareketlerin de — seferber edilmesi gerektiğini söyledi.

Genel olarak bu oturumu kafa karıştırıcı buldum; belki de yaşlanıyorum. Temel iddia, emperyalizmin artık yalnızca Küresel Kuzey’in “alışıldık şüphelileriyle” sınırlı olmadığı; dünyanın çok kutuplu hale geldiği ve temel mücadelenin gerileyen ABD ile yükselen Çin arasında olduğuydu. Benim görüşüm farklı. ABD ve Çin’i aynı derecede saldırgan ve antagonistik iki emperyalizm olarak görmüyorum. Blogumu ve Çin’in ekonomik gelişimi üzerine yazılarımı düzenli okuyanlar bilir ki, Çin’i ekonomik anlamda — yani yoksul ülkelerden ticaret ve finans yoluyla büyük değer transferleri elde eden — bir emperyalist güç olarak görmüyorum. Ayrıca Çin’i, değer yasasının ve kâr için üretim ve yatırımın hâkim olduğu kapitalist bir ekonomi olarak da değerlendirmiyorum. Çin’de devlet yatırımı ve planlaması, kapitalist sektörün önünde geliyor. Ancak bu, Çin hükümetinin emperyalizme karşı devrimci bir enternasyonal mücadelenin öncüsü olduğu anlamına gelmez; “kampçıların” iddia ettiği gibi. Aksine, Çin’in “Komünist” liderleri açıkça milliyetçi bir yönelimdedir.

emperyalizm ekonomi teknoloji