Son Yazıları

Hayalet orkide

Halit Refiğ, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı adlı yapıtını ekranlara uyarladığı günlerde Celal Bayar’la bir söyleşi yapar. Söyleşisi sırasında Bayar’a devletin tiyatrodan baleye, müzikten güzel sanatlara dek her bir sanat dalını kanatları arasına aldığı halde neden sinemayı bunların dışında bıraktığını sorar. Bayar’ın yanıtı ise “Biz o işi Selaniklilere bıraktık” olur…

Bayar’ın sözünü ettiği Selanikliler Türk sinemasının Kemal Film ile birlikte ilk yapımevlerinden biri olan İpek Filmin kurucusu olan İpekçi Kardeşler’dir. Oldukça kalabalık bir aile olan İpekçi Kardeşler, önce Eminönü’nde iğneden ipliğe her bir şeyin satıldığı Selanik Bonmarşesini açarlar sonrasında da sinemaya el atarak film yapımından film ithaline, ham film ticaretinden sinema işletmeciliğine dek her bir alana el atıp Türk sinema ortamının bir bakıma MGM’i (Metro- Goldwyn-Mayer) olurlar.

Yazının Devamı

Bir festivalin ardından

“Kaçıncı festivali yapıyorduk, anımsamıyorum. Biletli gösteri yaptığımız sinema salonlarının birinin kapısında bekliyordum. Ne mi bekliyordum? Müşteri. Neredeyse ‘Hani ya üniversite çağını çoktan bitirmişler, olgunlar, yaşını başını almışlar, evli barklılar, çocuk büyütenler, yaşlılar? Neredeyseniz kalkıp gelin!’ diye haykıracağım. Çünkü bizim müşterilerimizin başını hep gençler, üniversiteliler çeker. Yaşını başını almışlar ise azdır.

Kapıda durup çevreme bakıyorum. Şöyle eli yüzü düzgün yetişkin olduğunu gördüğüm birine rastlasam hemen içeri davet edeceğim. Birden bir hanımefendi yaklaştı. Afişlerimizi dikkatle izliyor. Ben de pusuya yatmış bekliyordum. İçeri girerse mesele yok. Gitmeye yeltenirse hemen en gerekli şirinliklerimi takıp davetimi patlatacağım. Ama hanımefendi ikisini de yapmadı. Afişleri dikkatlice inceledikten sonra bana döndü.

Yazının Devamı

Sıra kitaplara mı geldi?

Günümüzde birçok alanda olduğu gibi kitaba ulaşabilmek de giderek zorlaşıyor. Birkaç yıl öncesine oranla, kitabı yazandan basana, dağıtımını üstlenenle satana ve de kâğıda yapılan zamlardan sonra okumak da tıpkı film izlemek gibi lüks bir eylem haline geldi. Ve giderek de içinden çıkılmaz bir duruma geliniyor. İşin garibi bu ulaşılmaz konuma gelişte kitabın ortaya çıkması sürecinde her biri çok önemli olan yazarın da basanın da satanın da kendi açılarından halklı olmaları öne çıkıyor. Hiç kuşku yok ki bu durum yalnızca okura değil basana da dağıtıp satan da olumsuz bir şekilde yansıyor.

Bu durumun ciddiyetini kavrayabilmek için basım/yapımı yıllar önce yapılmış bir kitabın günümüze dek raflarda kalabilenlerin (yani yeni basımları yapılmayanların) üzerindeki etikete bakmak yeterlidir. Aynı kitabın dün ile günümüzdeki fiyatları arasındaki fark, neredeyse gram altınla yarışacak durumdadır. Yani yeniden basılmayan, telifi ödenmeyen, bu türden kitaplar raflarda müşterilerini beklerken bile döneminin zorlayıcı koşulları yüzünden durduğu yerde zamlanıyor, her geçen zaman içinde farklı fiyat etiketleri taşıyabiliyor.

Yazının Devamı

Yeşilçam’ın prensi: Engin Çağlar…

Sinema oyuncularının ölümleri bir başka oluyor. Sanki çevremizden çok tanıdık birini yitirmiş gibi bir duygu yüklüyor bize. Tanışıklığımız yalnızca beyazperdede izlediğimiz filmlerle sınırlı olsa bile… Çoğunu zaman içinde unutur gibi olsak bile yitip gittiklerinde, izlediğimiz filmlerinden akılda kalanlar birer birer geçiyor geçmiş zaman kurgumuzun eşliğinde… İlk tanışıklığımız, filmlerini beğenip peşine takıldığımız, giderek perdedeki suretiyle örtüşüp nice sevdalar içinde koştuğumuz onca filmlerden arda kalan parçalar zaman zaman özlemini duyduğumuz geçmiş zaman pazılı içinde yerlerini buluyor. Onlar yitip giderken bizler geçmiş zaman dilimlerinde onlardan kalanların içinde kendimizi arıyoruz. Kısacası yitirdiğimiz her bir sinema oyuncusu bizlerin yaşanmışlıklarından da bir şeyleri alıp götürüyor.

Sinemada belle epoqueu’u ya da siyah beyaz filmlerle masumiyet çağını simgeleyen Yeşilçam döneminin bir hayli azalan kahramanlarına veda ettiğimiz bir zaman diliminden geçiyoruz. Her biri oynadıkları filmlerle sinemamızın tarihini yazarken şimdilerde kendileri tarih olup birer birer veda ediyorlar… Kim bilirdi ki onca zaman içinde, ailecek, mahallecek, tüm ailelerin cümbür cemaat çoğu mutlu sonlu filmlerin sonunun geleceğini?

Yazının Devamı

Yazarlar ve sinema

Sesli filmlerin İstanbul sinemalarında yaygınlık kazandığı 1929 yılının son aylarında çeşitli basın organlarında sinemadaki bu değişimi irdeleyen çeşitli anketler yapılmaya başlanmıştır. Bu anketlerden ilki 27 Eylül 1929 yılında Milliyet gazetesinin “Sinema Alemi” adını taşıyan haftalık sinema sayfasında “Yeni Anketimiz” başlığı altında yayımlanarak haftalar boyunca sürdürülmüştür. İstanbul’da mevcut, her hafta program değiştiren birinci sınıf sinema salonlarının müdürleri ve film müesseselerinin sahiplerinin katılımıyla yapılan ankette her katılımcıya “Sesli ve sözlü filmler hakkındaki mütalaanız nedir?

Bu filmler sessiz filmleri körletecek mi sorusu yöneltilmiştir. Ankete ilk yanıt verenlerden biri Alhamra (Elhamra) sinemasının müdürü Osman Bey, sesli filmde, sessiz film ile tiyatrodaki tüm meziyetlerin olduğunu belirttikten sonra, dünyanın en meşhur oyuncusunu görüp sesini işitmenin 30-40 kuruş gibi cüzi bir para ile olduğu düşünüldüğünde fennin bu harikasını takdir etmenin kaçınılmaz olduğunu, birkaç yıl içinde sessiz filmlerin yerini sesli filmlere terk edeceğini söyler. Aynı soruya yanıt veren Majik (sonrasında Taksim ve Venüs sineması) müdürü M.F. Franco ise, sinemanın bundan böyle “sesli” ve “sözlü” filmlere ağırlık vererek bütün dünyada ilgi göreceğini ancak, tüm bunlara rağmen sesli filmlerin sessiz sinemayı öldürebileceğini zannetmediğini belirterek “Çünkü bir filmin asıl kıymeti daima mevzuu, tarzı temsili ve tertibindedir.

Yazının Devamı

Başarıya giden dikenli yol: Susuz Yaz

Sinema tarihimizde uluslararası önemli film festivallerinde ödül alan birçok film, hem başarı öncesi hem de sonrasında bunun bedellerini ağır bir şekilde ödemiştir. Bu bedel ödemede filmlerin çekildiği dönemlerdeki siyasal iktidarların sinemaya bakışlarındaki bir dizi çekinceler/korkular/politik değerlendirmeler önemli bir rol oynamıştır. Bu filmlerin başında da ülkemize ilk kez uluslararası A tipi festivallerden biri olan Berlin Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Ayı’yı kazanan Metin Erksan’ın yönetip Hülya Koçyiğit, Ulvi Doğan ve Erol Taş’ın oynadıkları “Susuz Yaz”, Şerif Gören’in yönetip Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanan “Yol” ve birçok festivale giderek ödül kazanan Yılmaz Güney’in “Umut” filmleri gelir. Her üç film bir açıdan; hem bürokrasinin hem de filmi oluşturan kişiler arasında çıkan tartışmaların sonucu adeta elde ettikleri başarının bedelini öncesinde ve sonrasında yaşadıkları bir dizi olumsuzluklarla ödemek zorunda kalmışlardır. Bir de sözü edilen filmlerin tümü bu başarıya yurt içinden dışarıya yasal olmayan yollardan kaçırılarak ulaşabilme olanağını yakalamışlardır.

Örneğin Şerif Gören’in “Yol” filmin yurt dışına kaçırılarak Cannes Film Festivali’nde Costa Gavras’ın “Missing/Kayıp” filmiyle birlikte Altın Palmiye’yi kazanma serüveni, adeta film kadar ilgi çeken bir dizi serüvenlerin sonucu gerçekleşmiş, sonrasında da bu serüvenlerinin bedelini uzun bir süre sansürlenerek ödemek zorunda kalmıştır. Benzer bir yasaklanma “Umut” filmi için de geçerli olmuş, film uzun bir süre sansür engeline takıldığı için sinemaseverlerin karşısına çıkamamıştır.

Yazının Devamı

Sıra kitaplara mı geldi?

Yaşadığımız onca soruna bir yenisi daha eklendi. Eğer, 5 Eylül’de Resmi Gazete’de yayınlanan Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığının hazırladığı “Yazma ve Nadir Basma Eserlerin Tespiti ve Tescili Hakkında Yönetmelik” uygulanmaya başlanırsa sanırım başta kitap koleksiyoncuları, kitapseverler, ephemeristler ve de bunların alım satımı ile ilgilenen sahaflar, müzayede kuruluşları Cumhuriyet tarihinde benzerine rastlanmayan bir krizin içinde kalacaklardır. Bu yönetmelik her maddesiyle değerli kitapları korumaktan çok, tek bir elde toplanarak sahiplenmeleriyle, bu alandaki kişi ve kuruluşların yok olmalarına, en iyimser bir tahminle bu alandan uzaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır. Ya da birilerinin akıllarına uyularak her haliyle aceleye getirilmiş bu yönetmelik kitabı sevdireceği yerde ondan uzaklaştırmayı, tarihi eserler gibi erişilmesi, kullanılması, sahip olunması ve de okunması pek kolay olmayan bir konuma sokacaktır. Kısacası birileri tarihi eserlerle kitapları birbirine karıştırmış, onları da birtakım yönetmeliklerle müzelere sokmak istiyor.

Bu türden bir yönetmelik oluşturularak acaba ne yapılmak isteniyor? Devletin bu alandaki kurumlarının bugüne dek istenilen ve de arzu edilen bir şekilde ortaya koyamadığını, kişi ve özel kuruluşların kendi olanaklarıyla bir ömür harcayarak sahip olabildiklerine en kısa, en kolay ve de en acımasız yoldan sahip olabilme düşüncesi mi? Ya da Murat Bardakçı’nın yazdığı gibi “…Kitaptan anlamayan birkaç bürokrat üzerlerine düşen vazifeleri yapmamış, Millet kütüphanesi gibi cumhuriyet tarihimizde ilk defa bizzat bir kitap ve kültür merkezi inşa ettirip faaliyete geçiren Cumhurbaşkanının çabalarına ve İstanbul’daki Rami Kütüphanesi’nin açılması için büyük gayret gösteren Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un gayretlerine gölge düşürerek elalemin hayratına, yani kitaplarına hakları olmadan göz dikmek ve kitap ile alakadar olan herkesi tedirgin edip ürkütmek” için mi?

Yazının Devamı

Koleksiyonerler, sahaflar ve müzayedeler tedirgin

5 Eylül 2025 Cuma günü Resmi Gazete’nin 33008 numaralı sayısında Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı tarafından yayımlanan “Yazma ve Nadir Basma Eserlerin Tespit ve Tescili Hakkında Yönetmelik” deyim yerinde ise başta sahaflar, ephemeristler, koleksiyonerler, müzayede kuruluşları olmak bu konuda biriktiren, alıp satım yapan ilgili birçok kesimin tam orta yerine pimi çekilmemiş bir bomba gibi düştü. Bu konuyla ilgili kimi haberler “Kitabiyat dünyası nadir eserlere tescil zorunluluğunu eleştirdi: Sahaflar dükkânı kapatırım diyor”, “Devlet fiyatı kendisi belirleyecek” ya da “Yazma ve nadir basma eserlere tescil zorunluluğu” başlıklarını atarak kamuoyuna duyurdu.

Kültürel mirasın korunmasını ve de güçlendirilmesini amaçlayan yönetmenlikle birlikte gerçek ve tüzel kişilerin elindeki yazma eserler (elle yazılmış kitap, mecmua, hat levha, ferman vs.) ve 1928 öncesi basılmış nadir basma eserlerini Türkiye Yazma Eserler Kurumunun Daire Başkanlığı veya taşra teşkilatına tescil ettirmekle yükümlü olurken, müzayede veya satışa sunulan eserlerin öncelikle Kurum’a bildirilmesi ve incelenmesi gerektiği, tescil edilen eserler için “Tescile Tabi Yazma/Nadir Basma Eser Belgesi” düzenlenirken, tescil dışı bırakılanlar için “Tescil Dışı Eser Belgesi” verileceği hüküm altına alındı.

Yazının Devamı

Venedik Film Festivali ve Gazze

Hiç kuşku yok ki Venedik Film Festivali Cannes ve Berlin Film festivali ile birlikte A tipi olarak isimlendirdiğimiz, dünyanın en iyi üç film festivalinden biri. Yapıldıkları her yıl, yarışmalı bölümdeki filmlerin kimi seçim kriterlerine göre farklıklar taşımalarına rağmen bu festivaller bir açıdan sinema dünyasının kalbinin attığı yerler olarak görülüyor. Bu festivallerin önemi yalnızca o yılın en seçkin filmlerinin ünlü yönetmenlerle oyuncularının bu festivallere katılımlarıyla bir sinema şöleni olmuyor, aynı zamanda o yılın kimi önemli sorunlarının tartışılıp protesto edildikleri bir etkinlik arenasına da dönüşebiliyor.

İlki 1932’de yapılan ve bu yıl 82’ncisi düzenlenen dünyanın en eski film festivallerinden biri olma özeliğini taşıyan Venedik Film festivali bu yıl bir hayli ilgi çekti ve yarışmalı bölümde Jim Jarmusch, Benny Safdie ve Gianfranco Rosi gibi isimler önemli ödülleri topladı. Festivalin en büyük ödülü olan Altın Arslan, En İyi Film dalında Father Mother Sister Brother ile Jarmusch’a ve En iyi Yönetmen Ödülü ise The Smashing Machine ile Benny Safdie verildi.

Yazının Devamı

Film arşivindeki son durum…

Sinema ortamımızın belki de en önemli sorunlarından biri haline gelen Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi’nin durumuna ilişkin yaşanan olaylar gündemdeki yerini genişleterek korumaya devam ediyor. Sanırım bir süre daha çeşitli kişi ve mesleki grupların katılımıyla gündemdeki yerini koruyacak.

Olayın muhatabı konumunda olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörlüğü, biraz geç de olsa sessizliğini bozarak bu konuda bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. Hem gazetemizin üzerinde titizlikle durduğu basın etiği açısından hem de bu konudaki yazılarımızdan birinde karşı görüşlere de yer verilebileceğine ilişkin sözümüzden dolayı, bu açıklamanın özetini yayımlıyoruz.

Yazının Devamı

Hurda karşılığı kazma vurup yok ediyoruz

Ve derken korkulan oldu. Yaklaşık beş yıl süren bir sessizliğin ardından Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi “hurda karşılığı yıkım ihalesi” ile kazmalara teslim oldu. Birçok kişinin beklediği, benim ise “Yok artık bu kadarına da cesaret edemezler!” deyip biraz teselli bulduğum bir durumdu bu. Ama kazmalar ne hukuk dinliyor ne de teselli. Geçmişi yaşatacak ne kadar değer varsa üzerlerinden silindir gibi geçiliyor. Yapamayanların değil de yıkanların, yıkılanların ve de tarih yazanların “hurda karşılığı” yok edildiği bir evrenden geçiyoruz.

Yıkılan yalnızca eski film kutularının üst üste istiflenip saklandığı öylesine bir depo değildir. Hele hele birilerinin isteği ile istenildiği zaman kamyonlara yüklenerek gelişigüzel bir yerden bir yere taşınabilecek bir mal da değildir. Yıkılan ve taşınan bu coğrafyanın ilk ve tek sinema eğitimi veren bir yeri ile bir ülkenin kültür belleğini içeren belleğidir.

Yazının Devamı

Sinema-TV merkezinde kazma sesleri

Hep aynı yöntem. Hiç değişmiyor. Önce el konuluyor, bir süre harabe konumuna gelene dek beklettirilip unutturuluyor, sonrasında da kazmayı vurup yıktırılıyor. Yarınlara miras olarak bırakılması gereken her bir değerimizin yok ediliş serüvenleri hep böyle oldu. Değiştirilmesi, karşı konulması mümkün olmayan bir yazgı gibi…

Yaklaşık beş yıldır üzerine yazıp çizilen, yalnızca sinemamızın değil bu coğrafyanın belleği konumunda olan MSGSÜ Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi’nin temeline ne yazık ki kazma vurulmaya başlandı. Önce içi, hiçbir envanter tutmaya gerek olmadan alelacele boşaltıldı, derken başına, bırakın sinema ve arşivciliği bir yana sinema izleyicisi olduğu bile kuşkulu birileri getirildi, sonra da boş kalan bina deprem riski nedeni/bahanesiyle ortadan kaldırılmaya başlandı.

Yazının Devamı

Sinema sanatçılarının terekesi

Geçen hafta edebiyatçıların terekesinin değerlendirmesinden söz ederek bu tür bilgi ve belgelerin geleceğe ilişkin değerinden söz edip, paylaşılma yöntemleri üzerinde durmuştuk. Elbette ki geriye bırakılan/kalan bilgi ve belgelerin önemi yalnızca edebiyat alanı ile sınırlı değildir. Genel olarak tüm sanat dallarında sözü edilen belgelerin değeri benzer bir önem taşır. Edebiyat diğer sanat dallarına ilişkin bu tür belgelerin zenginliğinden bir adım öteye çıksa da sinema, mimarlık, plastik sanatlar, tiyatro, müzik vd. alanlarında da bu tür tereklerin çok önemli olduklarını yadsıyamayız.

Edebiyatçılar kadar sinemacıların da terekeleri önemlidir. Ancak bu alandaki terekler nedense sözü edilen alandaki gibi değer görmezler. Bu değer görmezliğin somut örneğini ise başta İstanbul olmak üzere birkaç kentimizdeki sinema müzelerine bakmak yeterli Gerçekten de sinema müzelerimiz bu alandaki ulusal değerleri içeren eserler açısından hiç de istenilen ve arzu edilen bir durumda değildir. Sinemanın bu konumda olması bu alandaki bilgi ve belgenin yokluğu ya da değerinden çok geleceğe aktarılma konusundaki ilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Sinemayı -daha doğrusu filmi- oluşturan kişilerin yani yapımcıların, yönetmenlerin, oyuncuların, kameraman, senarist ve afiş tasarımcılarının ölümlerinden sonra geriye bıraktıkları arasında önemli sayılabilecek pek fazla bir şey yoktur. Bu, sözüne etiğimiz kesimin önemsizliğinden ya da önemsenmemesinden değil de geriye bıraktıklarının değerlendirilememesinden kaynaklanır. Bundan dolayı ülkemizde ünlü bir yapımcının ya da bir yönetmen ve bir senaristin teresinden söz etmek neredeyse olanaksız gibi bir şeydir. Afiş, lobi, mekân/dekor çizimleri, diyalog metinleri ya da bir filme ilişkin diğer materyaller konusunda da benzer kısırlık söz konusudur. Açıkça sinemamızın patronları konumunda olan hemen hemen tüm yapımcılardan -yoktan bir müze oluşturan Türker İnanoğlu’nun dışında- geriye hiçbir şey kalmamıştır.

Yazının Devamı

Yazar arşivleri

Geçen aylarda İstanbul’un saygın müzayede kuruluşlarının birinde amatör bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş üç yazarın yer aldığı küçük bir fotoğraf astronomik bir fiyatla alıcı buldu. Orhan Veli’nin de yer aldığı fotoğraf, bu alanda en yüksek fiyatla satılmış fotoğraflardan biri oldu.

Kitap dünyasında yazar fotoğrafları denli ilgi gören bir diğer merak ise imzalı kitaplar. Ülkemizde bu konuda her ay yaklaşık birkaç müzayede oluyor. Birçok kitapsever ve koleksiyoncu yalnızca ilgi duyup sevdikleri yazarların değil, hemen hemen her imzalı kitabı topluyor. Bu konuda bir hayli iddialı koleksiyoncularımız olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının Devamı

Kültür alanlarındaki deprem riski (!)

Son yıllarda moda oldu. Deprem riskine karşı kültür/sanat alanlarımızdan bazılarının yıkılma meselesi. Bu alanlarımızdan birçoğunun bulundukları kentin en cazip bölgelerinde yer alması ister istemez insanın aklına rant sözcüğünün gelmesini de kaçınılmaz yapıyor. Kıyı alanlarına yakın bölgelerdeki orman yangınlarında yitirdiğimiz yerlerin sonrasında neye dönüştürüldüğü bu akla gelenlerden yalnızca biri.

Antalya’da geleceğe bırakılan mirasa değer veren bir avuç insan günlerdir direniyor. Deprem riskinden dolayı müzemiz yıkılmasın diye. Bakanlığın yıkım kararından sonra çok sayıda sivil toplum örgütü bir araya gelerek Müze Çalışma Grubu’nu kurmuş. Grubun sözcüsü ise Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Gül Işın. Işın’a göre yıkıma karşı çıkmanın temel nedeni yalnızca yapısal bir müdahaleye karşı durmak değil, binanın Türkiye’deki müze mimarlığı tarihinden oynadığı öncü rolü savunmak. Işın; 1972’den beri Antalyalıların belleğinde yer etmiş olan bu yapının Türkiye’de yarışma projesiyle inşa edilen ilk müze olup, mimari olarak modernist cumhuriyet kimliğinin taşıyıcısı olduğunun altını çizip yıkılmasıyla bir dönemin kültürel ve kamusal mirasının silinmesi anlamına geldiğini belirtiyor.

Yazının Devamı

Direnmenin en etkin yolu: Sinema festivalleri

Politik alandaki her bir sorun sonunda kültür/sanat alanında dolaylı ya da dolaysız kendini göstermekte gecikmiyor. Bu gösterme; ülkemizdeki kültür sanatın politikayla ilişkisinden daha çok, farklı dönemlerde farklılıklar gösteren bu alanların yaklaşım biçimlerinden ya da bir diğer deyişle karşılıklı çıkar ilişkilerinden kaynaklanır.

Siyasal iktidarlar ve de onların değişik düşünce yapılarına uygun olarak değişiklik gösteren yerel yönetimler sanat/kültürü bir amaç doğrultusunda değil de nedense, hangi görüşe sahip olurlarsa olsunlar bir araç olarak görmeyi tercih ederler. Bu kesimler için sanat başları sıkıştıkları zaman bir kurtarıcı, bir değer, bir erdem, ancak, iş başına geldikleri zaman da gereksiz bir masraf, ya da kendilerini seçenlere verilen bir lütuf olarak değer görür. Hele hele günümüzde bu değerlendiriş biçimi “bizden olanlarla”, “bizden olmayanlar” ayrımı içinde, kendi çıkar ve düşünceleri doğrultusunda dışlanıp benimsenir. Örneğin belirli periyodlarla Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen devlet ödüllerinde veren kişilerle (yani jüri) ile, seçilenlere (yani devlet sanatçısı unvanı alanlara) bir bakınız. Acaba bunların kaçına sanatçı diyebilir, ya da kaçını bu unvana layık olarak değerlendirebiliriz. Bu yaklaşımı Kültür ve Turizm Bakanlığından siyasal iktidarlara, yerel yönetimlerin bu alandaki etkinliklerinden yazılı ve görsel basına dek her bir alanda rastlayabiliriz.

Yazının Devamı