Son Yazıları

Bir Yeşilçam sevdalısıydı: Mesut Kara

Sinema yazarların ölümü sessiz olur bu coğrafyada. Kimi zaman kimseler duymaz… Birkaç dosttan birkaç satır yazı, birkaç anı, sosyal medyada birkaç fotoğraf paylaşılır yalnızca. Sonrası unutulup giderler…

Oysaki hiçbiri hak etmez bunu. Onlar sinemamıza ilişkin her bir şeyi yazarlar da bir kendilerini yazamazlar. Unutulmaları da bu yüzdendir.

Yazının Devamı

Yeşilçam’ın kendisiydi…

Türker İnanoğlu’nun sinemamızdaki konumunu tanımlamayacak bir isim bulmak oldukça zordur. O yaşamını konu alan kitabın adını “Bay Sinema” koymuştu. Güzel ama yeterli bir ad değildi. Çünkü onun sinemada yaptıkları bu adın da ötesine geçiyordu. Bırakın sinema alanında yaptıklarını bir yana, yapımcı ve yönetmen olarak imza attığı filmleri bile tek saymak çok zordur.

Öncelikle Türker İnanoğlu bir sinema aşığı idi. Asistanlık yaparak girdiği bu sektörün her alanında mutlaka, ama mutlaka bir imzası vardı. Film üretiminde yapımcılık, yönetmenlik, oyunculuk, senaristlik bir yana dağıtım ve gösterdim/işletme alanlarında da bir numaraydı. İstanbul’un belli başlı en büyük sinemalarını yıllarca işletmiş, dağıtım alanında hatırı sayılır yenilikler/çalışmalar yapmıştı.

Yazının Devamı

Bir kenti sokak sokak anlatmak

Bir kenti ya da semti sokak sokak, hane hane gezerek, mekan ve insanlarıyla anlatma/yorumlama eylemini tümüyle edebiyata mal etmek sanırım biraz haksızlık olur. Farklı dönemler içinde bir kentin ya da semtin, kişi, yapı ve de olgularıyla değişim/dönüşümünü ortaya koyan bu yazı tarzı, diğer alanlardaki disiplinlerin de bir parçası ya da bir alt türü olamaz mı?

Bu tür; öte yandan popüler imgelemde; kahvehane, meyhane, otel ve de pastane mekanlarına paylaştırılmış edebiyatçı guruplarıyla, markalı mekanların içlerine kapanık dar salonlarına indirgemek, ıskalanmış bir kent ya da semtin sosyal/kültürel topoğrafyasına çelme takma anlamına da gelmez mi?

Yazının Devamı

Bir kenti korumak

Paris Belediye Başkanına belediyeciliğin en önemli görevlerinin başında hangisi geldiği sorulduğunda hiç düşünmeden “kenti halka karşı korumak” yanıtını vermiştir.

Kuşkusuz ilk bakışta kulağa hoş gelen bir yanıt değil bu. Ancak, bir kent halkına karşı nasıl korunmalıdır, diye düşünüldüğünde Başkanın sözlerini okumak daha gerçekçi ve kolay olmaktadır.

Yazının Devamı

Ramazanın kültürel kodları…

Ara sıra güncel sorunlardan uzaklaşarak geçmişe duyulan özlemleri dile getirmek iyi gelir sözünü bu kez de yineleyelim. Amacımız her zaman olduğu gibi nostaljinin derin sularında yitip gitmek ya da eskinin her bir değerine övgüler düzmek değil elbet. Yalnızca yaşanılan zaman dilimin kurgusunda biraz oynayarak yaşanmış olanla yaşanılanın arasında bir denge kurmak, ya da bir diğer söyleyişle yaşanıp da unutulmuş olanları anımsar gibi yapmak….

Her şey gibi ramazanlar da değişti ya da değiştirildi günümüzde. Oysaki eski ramazanlar bir ibadet ayı olduğu kadar özellikle teraviden sonra bir eğlencenin, bir kültür-sanatın da ayı idi. Eğlencenin en görkemlisi hep Ramazan aylarına denk düşürülür, bu aya özgü olarak yapılırdı. Darülbedayi (Şehir Tiyatroları) bile bu ayda bir değişikliğe giderek repertuvarındaki en gözde oyunları ”Ramazana mahsus” başlığı altında sunar, özellikle Pera’nın Cadde-i Kebir’in iki yanında sıralanmış ünlü Naum, Fransız Tiyatrosu ve özellikle de onun hemen karşı sırasında yer alan Concordiaile Şehzadebaşı ya da diğer adıyla Direklerarası’nın her bir yanına serpiştirilmiş mekanlarda tuluattan ortaoyununa, Karagöz’den meddahına dek her bir eğlence sahura kadar sergilenirdi. Kısacası Ramazan ayı ibadetin olduğu kadar eğlencenin, sanat ve kültür etkinliklerinin de ayı idi.

Yazının Devamı

Habere yorum katmak ne kadar etik…

Garip bir coğrafyada yaşıyoruz. Siyasetçinin yaşlısına dinozor, gazetecinin eskisine duayen, sanatçınınkine efsane, futbol alanındakine ise imparator diyoruz. Bir diğer deyişle; yaşları birbirlerine yakın da olsa, çaptan düşenleri yerin yedi kat dibine, popüler olanlarını ise göğün yedi kat üstüne taşıyoruz…

Kısacası ara katlar kullanılmıyor bu coğrafyada… Ya da ayarı pek tutturamıyoruz…Yergimiz de ölçüsüz, övgümüz de…

Yazının Devamı

Antika pazarları…

Dünyanın hemen hemen her ülkesinin belli başlı kentlerinde antika pazarları vardır. Meraklıları için gezinilmesine doyum olmaz. Berlin, Paris, Londra’nın yıllar yılı kente mesafeli yerlerinde konumlananlar ilk akla gelenledir. Afrika’nın en yoksul ülkelerinin büyük kentlerinde bile bunların kimi ayrıksı örneklerine rastlamak mümkündür.

Ülkemizde ise uzun bir süre bu tür pazarlar yoktu. Ancak onların yerine benzer misyonu üstlenen ve halk arasında bitpazarı olarak tanımlanan ve çoğunlukla da hafta sonları açılan yerler vardı. En ünlüsü ise Topkapı’da surlarının dibinde açılanı idi. Sonrasında birkaç semtte bu pazarın örnekleri çoğaldı. Bunların en rağbet göreni ise Kadıköy Kuşdili Çayırı’nda olanı idi. Zamanla o da birkaç yer değiştirerek kaybolup gitti. Günümüzde ise bu geleneği şimdilik hafta sonları Feriköy’de açılan antika pazarı sürdürüyor. Ara sıra sosyetik olarak bilinen bölgelerde de benzerleri nadiren açılmış olsa da, bunlar antika pazarından daha çok, bir kermes görünümünde olduklarından pek ilgi toplamıyor.

Yazının Devamı

Yerel seçimler sanatı ıskalıyor mu?

Oldum olası seçimlerle sanatın yıldızı bir türlü barışmaz. Hemen hemen tüm partilerin genel ve de yerel seçimlere ilişkin vaatler skalasında kültür-sanat olgusu ya hiç yer almaz ya da hoş ama boş içerikli zoraki değinmelerle geçiştirilir. Seçimlerle kültür/sanatın istenilen ve de arzu edilen bir düzeyde barışık olmamasının en somut örneği ise, partilerin başkan ya da milletvekili olarak aday gösterdikleri arasında kültür/sanat insanlarının nicelik ve de niteliksel olarak aldıkları yerdir. Bir şans eseri seçilmiş olan az sayıdaki sanat insanının seçilmiş olmasındaki en önemli neden ise, onun kültür/sanat alanındaki başarılarından daha çok seçildiği parti ile ilişkili olan konumudur. Düne kadar hemen hemen tüm partilerin seçim beyannamelerinde, örneğin sinema alanında, şablonumsu bir cümle kullanıla gelmiştir. Bu cümle de aynen şöyledir: “Sinemayı çağdaş bir düzeye getireceğiz” Ancak bu cümleyi şablon olarak kullanan tüm partiler, bu işin nasıl olacağına ilişkin ikinci bir cümle kurmamışlar, yıllar yılı bu kulağa hoş gelen toptancılık içeren bu cümleyle sözüm ona hem sanata olan bağlılıklarını ortaya koyar gibi olmuşlar hem de bu çevrelere inandırıcı olmayan bir yaklaşım denemişlerdir. Büyük kentlerin çok adaylı yerel seçimleri de genel seçimlerdeki bu kuralı yıkamamışlar, kent hizmetlerinde kültür/sanata ne yazık ki gereği gibi yer verme gereksinimini duymamışlardır. Ya da bu güne dek ancak bu alanda fısıldar gibi konuşmayı tercih etmişlerdir. Elbette ki ekonomik olarak oldukça sıkıntılı bir süreçten geçtiğimiz bir gerçektir. Durdurulamayan – ve durdurulması için bir umut ışığının bile görünmediği- bir enflasyonun belirli kesimlere yönelik tahammül edilmez olumsuzlukları ile olası bir depremin beklentileri belediye başkan adaylarının kültür/sanattan söz edip bu alanda yapacaklarını dile getirmelerini oldukça kısıtlamaktadır. Üstelik çeşitli kentlerin kültür/sanata bakış açıları da temelde oldukça farklılıklar göstermektedir. Bir kent meydan ve parklarına kültür ve sanatla hiçbir ilgisi olmayan karpuz, kavun ya da köfte ile çay bardaklarını heykel diye dikerken, bir diğerinin belediyecilik anlayışına radikal bir bakış getiren bir ilke imza atarak Fatih’in tablosunu satın alarak bu coğrafyanın değerlerine değer katması elbette ki birbirleriyle kıyaslanamaz. Ancak; yaşadıkları kentlerin meydan ve parklarına dikilen bu garipliklere sessiz kalıp da, Fatih’in tablosunun satın alınmasına karşı çıkılmasını anlamak da pek mümkün değildir. Bir kent için kültür/sanata yatırım yapılması, bir şölen sofrasının tam orta yerine bir orkide demeti koymak gibidir. Orkideler yenmez ama o sofraya bir başka hava verir. Bir ketin nefes alıp huzurlu bir yaşamı yansıtması için kültür/sanatın ne denli önemli olduğunun altını çizecek değilim. Kültür/sanata yapılan yatırımlar belediyelere para kazandırmaz, aksine para harcamalarına neden olur ama, aynı zamanda parayla satın alınması mümkün olmayan bir değeri de, yani saygıyı da beraberinde getirir. Bir kent için insana yatırımdan daha değerli ne olabilir ki?

Yazının Devamı

Terbiyesizleşme…

Yazar Ayşe Kulin geçtiğimiz günlerde bir TV röportajında çoğumuzun tanıklık ettiği ama nedense bir türlü dile getirmediği ya da dile getirme gereğini duymadığı bir olumsuzluğun altını çizerek TV’deki kimi programların giderek terbiyesizleştiğini söyledi.

Gerçekten de öyle… Hangi kanalda yayınlanırsa yayınlansın, programın içeriği ne olursa olsun çoğunlukla dizginlenemeyen ve de önüne geçilemeyen -ve de reyting nedeniyle geçilmek istenmeyen- terbiye kurallarının ihlali söz konusu. Herkes, kimi zaman hiçbir neden yokken birbirleriyle kavga ediyor. Kavga ederken de tıpkı yumrukların sayılmadığı gibi bir dizi sevimsiz kelimelerin, yani küfürlerin de ardı arkası kesilmiyor.

Yazının Devamı

Gülbaba tablosu ve Atatürk

Gülbaba; bir ermişin adından daha çok, farklı zaman ve coğrafyalarda birçok ermişin ortak olan bir adıdır. Bundan dolayı Türkiye, Macaristan, Balkan ülkeleri ve hatta Asya’da Gülbaba adını taşıyan birçok ermiş ve bu ermişlere ait makamlar, türbeler ve tekkeler bulunmaktadır. Ancak aynı adı taşıyan bu dervişler hakkındaki bilgi/belgeler tahmin edildiği gibi çok değil, aksine oldukça sınırlıdır.

Gülbaba’ların en tanınmışlarından biri, 15. yüzyıl sonunda ve 16. yüzyılın başında yaşamış, Budin’de türbesi bulunan ünlü bir Türk mücâhidi ve Bektâşî dervişidir. Tarihteki konumu, yaşadığı dönem ve çevresi hakkında çeşitli rivayetlerin bulunduğu Gülbaba’ya ilişkin ilk bilgiler Evliya Çelebi tarafından verilmiştir. Evliya Çelebi’nin babasından aktardığı bilgiye göre, Budin’in fethine katılmış, ilk Cuma günü fetih namazı kılınırken Hakka yürümüş, kimine göre Budin Kalesi önündeki savaşlarda şehit düşmüş ve Budin’e gömülmüştür.

Yazının Devamı

Seçimler ve festivaller

Yerel seçimler birçok alanda olduğu gibi çeşitli kentlerimizde yapılan film festivallerimizi de büyük ölçüde etkileyip bu alanda kimi değişim ve dönüşümleri kaçınılmaz yapıyor. Seçimlerin festivalleri etkilemesindeki en büyük etken, yerel yönetimlerin siyasal iktidarla benzer ya da muhalif partilerden olmasından daha çok bu festivallerin büyük ölçüde yerel yönetimlerin egemenliğinde olmasından kaynaklanıyor. Bilindiği gibi ülkemizde yapılan film festivallerin neredeyse yüzde doksan dokuzu yerel yönetimlerin yönetimi ya da ana sponsorluğunda yapılmaktadır. Bu nedenle her yerel seçim yalnızca kentin değil, aynı zamanda film festivallerin de çoğu zaman gerek ilkelerinde ve gerekse kadrolarında kimi değişiklere zemin hazırlıyor.

Sanırım bu seçimde de artık gelenek haline gelmiş olan bu durum değişmeyecek, seçim sonuçlarına göre her bir festival olumlu ya da olumsuz bir şekilde eskisinden farklı olacaktır.

Yazının Devamı

Pavyon güzellemesi

Geçen haftaki yazımızda her gün, sabah akşam her konuda, hep aynı kişilerin ekranlara çıkıp, kendilerini yenilemekten çok devamlı yinelemelerinin bıkkınlığından ve de izlenilmez olmalarından söz edip yazımızı “Böylesine bir televizyonculuk anlayışı içinde kimi dizilerle “Surviver 2024 Al Star”ın izleyici rekorları kırmasına hiç şaşırmamak gerekir…” cümlesiyle noktalamıştık. Daha bu yazımızın üzerinden 24 saat bile geçmeden nur topu gibi bir konumuz daha oldu: Yılmaz Erdoğan’ın İnci Taneleri... Dizi adeta bir bomba gibi tüm medyanın ortasına düşüverdi... Ama ne düşüş... Yeşilçam filmlerinde defalarca izlediğimiz bir pavyon dansı günümüz Türkiye’sinde bu denli ilgi görüp, oynayandan mekanına, şarkısından giysisine, her bir şeyi ile hiç bir diziye nasip olmayacak oranda bir tanıtım fırtınası estirerek, yaşını başını almış nice günler görmüş eski bir bakanımıza bile “Pavyonda böyle güzel kadınlar var mı” dedirtti. Kimileri ise pavyonun tekrar gündeminden söz ederek artık kıravatlı bilmem hangi mesleklere sahip kişilerin bu tür yerlerin yeni müşterisi konumuna geldiklerinin altını çizdi. Yani; tam anlamıyla bir pavyon güzellemesi... Hangi konuya el atarsanız atınız, bir zamanların “yok artık” dedirten Yeşilçam’ın o bildik, ezberledik melodramlarından bir adım bile öteye gidemiyorsunuz. Hepsi sonunda bir gerçek olup karşımıza dikiliveriyor. Önceden filmler yaşama hiç benzemiyordu, şimdilerde yaşam filmlere hiç benzemiyor... Oldukça masum –ama bir o kadar da erotik olduğu inkâr edilemeyen- bir pavyon dansının, böylesine bir ortamda bu denli ilgi görüp olay olması sanırım yaşam ile sinema arasındaki gerçekçiliğin sıfırlanmasında yatıyor. Oysaki 50’lerin, 60’ların ve de TV yaşamımıza girene dek 70’li yılların ilk yarısının her on Yeşilçam filminden –abartmıyalım ama- beş’i payyon odaklı bir konuya/mekana/kişiye sahipti. Oynadıkları filmlerde pavyona düşmeyen kaç oyuncumuz var dersiniz? Rahmetli Cüneyt Arkın’ın sinemacılık serüvenin yarısı kahpe Bizans’la bir diğer yarısı da pavyon sahipleriyle dövüşmekle geçti. Çünkü pavyonlar Yeşilçam melodramlarında “yırtmanın”, “düşmenin” ve de “kurtulmayı bekleyenlerin” değişmez mekanlarıydı. Ya pavyon sahipleri? Bir zamanlar sansürün her hangi bir meslek kurumunun rencide edilmesini men ettiği günlerde tüm kötülerin safında onlar yer almıyor muydu? Tüm olaylar bu mekanlarda başlar bu mekanlarda noktalanırdı. Elbette ki pavyonlardan her zaman manav Halil’ler ile pavyon gülü Sabiha’ların yolu geçmiyor... ;Onlar masumiyet çağımızdaki Akad ustanın Vesikalı Yarim filminde kaldı...

Yazının Devamı

Haber programlarının tanıdık yüzleri

Dram sanatının dört temel türünden biri melodramlardır. Fars gülünecek olayları gereğinden fazla abartırken, melodramlar ise duygusal olanı aynı oranda abartarak yansıtır. Bir diğer söyleyişle melodram, romantik ve ahlaksal ölçütler ile çetrefil olaylar dizisini vurgulayan bir türdür. Oyunun kahramanı o kadar çok tehlike ve zorluklarla karşılaşır ki seyirci soluk almadan sonucu bekler ve sonunda kahraman bir yolunu bulur, bütün bunlardan kurtulur. Melodramdaki oyun kişileri birer kalıptır. Olaylar ve olgular karşısında hiçbir değişikliğe uğramazlar. Bütün bu kişilerin değerleri önceden saptanmıştır. Olay ve durumlar ne olursa olsunlar hiç değişmezler. Tepkileri hep aynıdır. Bunun için seyircinin oyunun sonunda, kimin başaracağını düşünmesine bu tür oyunda gerek bile yoktur, çünkü kimin başaracağı, nasıl davranacağı baştan bilinir. Bizim Yeşilçam sinemasının gayriresmi türü melodramlardır. Fakir kız varlıklı oğlan, ya da bunun tam tersi yoksul delikanlı, zengin ve de şımarık kız, bu türün değişmeyen, defalarca yinelenmesine karşın bıktırmayan kalıplarından biridir. Bu basit kalıp geniş hak yığınları için, sınıfsız bir toplum olarak tanımlanan bir coğrafyada düşsel sınıf atlamanın da en etkili ilacıdır. Melodram türünde olaylar ve durumlar karşısında farklı tepki ve görüşler belirtip psikolojik boyutlara sahip karakterler yoktur. Yalnızca tek boyutlu tipler vardır. İyi-kötü, namuslu-namussuz ya da korkak-cesur gibi. Tipler hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsınlar hep benzer tepkileri verirler. Hiç şaşırtmazlar ve de değişmezler. Bizim ekranlarda her Allah’ın günü bıkmadan, usanmadan ve de pek fazla bir seçeneğimiz olmadan izlediğimiz haber programları da tek tip yönetici ve bildik konuklarıyla sözünü ettiğimiz melodramların tiplerini anımsatırlar. Melodramlardaki tiplerle haber programlarının bildik konukları arasındaki en belirgin benzerlik, hangi konu üzerine konuşurlarsa konuşunlar hep aynı şeyleri yinelemelerinden gelir. Bu yinelemenin ana nedeni yalnızca uzmanlık alanlarının dışında kalan farklı konularındaki bilgi ve birikim eksikliğinden değil de, temsil ettikleri kurumların beğenisini kazanma çabalarından dolayı nesnellik ölçütlerini ıskalamalarından kaynaklanır. Öte yandan bu tür programların gedikli, alışıldık konuklarının tartışılan konu ne olursa olsun söyleyeceklerinin baştan belli olmasıdır. Bu tür tartışmalarda tartışılan her hangi bir sorunun irdelenmesinden daha çok, temsil edilen tarafın çıkarlarının savunulması öncelikli olduğundan sorunlara çözüm önerileri getirilmediği gibi daha da karmaşık olması sağlanmaktadır. Yandaş ya da muhalif bildik gedikli ekran konuşmacılarının her hafta, her gün, her sabah ve de akşam, ancak farklı konuda, hep benzer kadrolarla karşımıza çıkmalarının getirdiği alışkanlıklara son yıllarda bir yenisi daha eklendi. Bu da ekrandaki dev haritalar üzerinde elindeki çubukla ders ya da brifing verme ciddiyeti içinde dağ deniz, ova bayır, yer gök uzay gibi bir dizi olay ve olguları yorumlayan paramiliter kimliklerdir. Ekranlara egemen olan bu paramiliter görüntü, bir yandan gerçek yaşamsal sorunların göz ardı edilmesine yardımcı olurken, diğer yandan da beka sorununun gündemde tutulmasına yardımcı olmaktadır. Böylesine bir televizyonculuk anlayışı içinde kimi dizilerle “Surviver 2024 Al Star”ın izleyici rekorları kırmasına ise hiç şaşırmamak gerekir…

Yazının Devamı

Bir Ankara sevdalısı: Koray Özalp

Her kent kendi yazarını arar derler. Bu arayış çoğu zaman istenilen ve arzu edilen düzeyde olmasa da bazen hedef tam on ikiden vurulur. Ankara da hedefin on ikiden vurulduğu ayrıcalıklı ve de şanslı kentlerden biridir.

Bizim edebiyat literatürümüzde kent yazarlığının altı pek çizilmemiştir. Ya da mimaride olduğu gibi kolayca algılanabilir bir tanımlaması yapılmamıştır.Kent kimliğinin önemli bir bileşeni olan kent mimarisi ise kentin yapısal çevresini oluşturmakta ve toplumun hayatını şekillendirmektedir. Ancak bu kavram günümüzde anlamını kaybetmekle karşı karşıyadır. Ülkemizde imar uygulamaları ile yapılar biçimlenmekte ve bu yapıların bir araya gelmesiyle de kentler oluşmaktadır.

Yazının Devamı

Galata Köprüsü: Yalnızca bir köprü mü?

Yorgos Theotokas’ın “Leonis. Bir Dünyanın Merkezindeki Şehir İstanbul 1914-1922” kitabının girişinde yer alan tarihçi Nikos Sagalas’ın ön söz kıvamındaki uzun yazısının bir yerinde, sözü edilen dönemde Taksim Bahçesi’nin “gavurların” bahçesi olduğu tanımını yaparak “İşte bu görünüşte önemsiz olan ötekilik ifadesi İstanbul topografyasını çeşitli topluluklar tarafından nasıl deneyimlendiği hakkında bizlere çok şey söylemektedir.” der ve ardından şunları yazar: Taksim Bahçesi’ni merkeze alan Leonis’in topografyası buna muadil bir ötekilikle nitelendirilir; romanda haklarında tek bir kelime bile geçmeyen Topkapı veya Sultanahmet parklarına karşı kurulan bir özelliktir bu. Bu mekanlar “Türklerin” mekandır ve (romanın konusu olan) Yunan gencinin anılarına yer edilmezler. Tarihçi, ayrıca, İzmir’deki Yunan işgali sırasında yapılan Halide Edip’in de öncüleri arasında olduğu en büyük mitinglerin Taksim Bahçesi’nde değil de Sultanahmet’te yapılmasının tesadüf olmadığının altını çizer.

Sözü edilen eser, Atatürk’ün 22 Ağustos 1919’da Erzurum’dan gönderdiği bir tamimde hakkında ilk kez gizli teşkilat olarak söz edilen “Mavri Mire” çevresinde geçer. Tamimin özeti Nutuk’un ilk sayfalarında, metnin tamamı ise Nutuk’un 1 no’lu vesikasında yer alır.

Yazının Devamı

Kazanma hırsı

Zaman zaman, daha çok da can sıkıntısı çekilen durumlarda baş ucu kitaplarımdan biri olan Epiktetos’un, Burhan Toprak çevirisi olan “Düşünceler ve Sohbetler” yapıtının sayfalarını gelişi güzel çevirir içindekileri ezbere bildiğim halde yine de okumaktan büyük keyifler alırım. Sayfalarındaki her bir şey, her bir döneme göndermeleriyle yeni yazılmış gibi yerinde durur. Aşağı yukarı yirmi asırdan beri tarihin Epiktetos diye tanıdığı bu filozofun gerçek adı bilinmez. Sanırım sonsuza kadar bilinmeyecek. Epiktetos has isim değildir; bu kelime satın alınmış adam, esir, uşak demektir. O; insanların tümünü “evden kaçmış esirlerin tiyatrodaki durumuna” benzetir. Ve bu benzetmesini tiyatrodaki tepkileriyle ironik bir biçimde tanımlar. Amacım felsefenin her biri farklı okumalara açık derin sularında gelişi-güzel dolaşmak değil. Yalnızca günümüzdeki kimi olaylarla analoji kurma bahanesiyle Epiktetos’un dünyasına balıklama dalma gereğini duydum. Yeni tanışanlar için, zaman bulurlarsa okumalarını öneririm. Günümüzde kolay, zahmetsiz yoldan bir koyup on, yüz –hatta bin– alabilmenin tüm yöntemlerini büyük bir kurnazlık ya da kabulü mümkün olmayan bir saflıkla kullananlar için Epiktetos üstadımız şunları söyler: “...Bir çocuk, ağzı dar, içinde fındık, incir bulunan bir kaba eline sokar, avucunu alabildiği kadar doldurur ve bu kadar şişince, elini dışarıya çıkaramayarak ağlamaya başlar. Yavrum onun yarısını bırak, elini yine dolu olarak dışarıya çıkarabilirsin... Sen işte bu çocuksun. Çok istiyorsun ve hepsini elde edemiyorsun...” Günümüzdeki kimilerinin hırsı da azı değil, gereğinden, hak edilmeyenden, düşleyemediğinden daha fazlasını, daha daha fazlasını elde etmek… Hem de hiç sorgulamadan, bunun mümkün olup olmadığını irdelemeden, hangi kaynaklardan elde edilmelerine bakmadan, yalnızca istemek… Teraziyi tutan ellerin ölçüsünü kaçırıp kefelerin arasındaki dengenin bozulup, birinin olabildiğince dolup diğerinin bir dizi vaatler ya da kör umutlarla yükselişe geçtiği dönemlerde bu istemelerin ardı arkası kesilmez. Tıpkı günümüzde olduğu gibi... Kaynağı belli olmayan kazanımlarla; parayla alınabilecek her bir görgüsüzlüğün, zevksizliğin, cahillikten kaynaklanan pervasız bir küstahlıkla ekranlarda boy gösterdiğine tanık olmuyor muyuz? Topluma rol model olabileceklerin bile, akıl, mantık, izan dinlemeden her bir şeylerini son kuruşlarına denk zaten yeterince dolmuş olan kefelerinin üstüne ekleyebilmelerinin o anlatılmaz ve de kabullenilmez telaşını yaşadığı bir ortamda, Hatice hanım ile Ahmet dayının mahallelerinde onca yıldır kuyumculuk yaparak güvenlerini kazanmış Emin abiye altınlarının tümünü bir çeyrek daha fazla kazanabilmek için emanet etmelerine şaşmamak gerekir. Saadet zincirlerinin bir coğrafyanın dört bir yanını sardığı ve de zahmetsizce kazanma hırsının körüklendiği bir toplumda elini aynı torbaya sokup da her seferinde boş çıkaranların çığlıklarını kim duyar ki... Çaresizliğin yoksulluğa çalım üstüne çalım attığı topsuz bir sahada karşı kaleye gol atmaya çalışıyoruz…

Yazının Devamı