San’âtçı
Arsız geleceğine ağıtlar yakıyor insanlık!
Söylenmemiş sözler çöplüğüne döndü ata krallığımız.
Kıymetini bilemedik “soytarıların (sanatçıların)”.
Hiç değilse gerçeğe en yaklaştığımız anı muştuluyordu bize.
Sonra büyük bir sessizlik oluyordu.
Bilinç, aklın arka odalarında dolaştığında
yanına yaklaşamıyordu “gerçeğin”.
Sadece şehvetle raks ediyordu etrafında.
Bir kurgudan ibaretti yaşadığı bu liberal düzen.
Düzgün cümleler kurarak düzelteceğini sanıyordu insan.
Arafta kalmış insanlık susturmaya çalışıyordu “oynayan insanın (oyuncunun)” sesini.
Çünkü en aşağılandığı yerden yeşeriyordu insanlık!
Soytarı (san’âtçı) ise imtiyazlı özgürlüğün tadını çıkartıyordu.
Öyle ya doğruyu söyleyen taşımıyordu doğruyu yapanın sorumluluğunu.
Aklında değil cesaretinde gizliydi tüm hüneri.
Amaaa…herkesin şımarmaya hakkı vardı.
Bir tek “soytarının” ciddiyetle yapması gerekiyordu işini.
Çünkü gerçeklikte saçmalayabilirsiniz ama
doğrulukta saçmalamaya yer yoktur.
Bu yüzden en gerçek dışı kostümü giymeliydi Soytarı.
Gerçeğin acısı kavurmasın duyanları diye.
Hatta olabildiğince abartılı el kol hareketleri ve türlü oyunlarla,
Azaltmalıydı kabullenmenin şokunu….
Kolay olsaydı bilgiden erdem damıtmak
aşağılanır mıydı bu kadar Soytarı?
İncecik bir iple bağlıydı yaşama.
Ne zaman ki; aklını teslim etti “güce” ata krallık,
Soytarı Palyaço’ya dönüştü.
Kimse nasıl olduğunu anlamadı bunun.
Artık gösterinin gücü, gösterdiği “doğrudan” daha göz alıcıydı.
Ve bir kere zaafı kaşınmaya başlandı mı insanın;
Ne kadar arzulandığına kendisi de şaşar.
Ve; doğruyu söylemek için gösteri yapan soytarı,
Gerçeği gizlemek için gösteri yapan Palyaço’ya dönüşür!
İşte ağlaması bu yüzdendir…