Son Yazıları
VİYANA’DA TÜTEN DUMAN TARTIŞMASI
Kız arkadaşıyla oğlum uzun yıllar ev aradı. Viyana için çok büyük kabul edilecek üç oda bir salondan oluşan dairelerinden uzaklaşmak istediler. Sürekli uygun bir yer aradılar. İki kişi için büyük ve lüks sayılabilecek evden ayrılmak istemelerinin sebebi sigaraydı.Altlarında ikamet eden karı koca, bir çocuk ve köpekten oluşan Avusturyalı aile gürültülü ve çok sigara içiyorlar, diyorlardı. Aşağıda komşularının içtikleri sigaranın dumanı havalandırma aracılığıyla bizimkilerin evine doluyordu. Bu durum da sigara içmeyen oğlum ve kız arkadaşını rahatsız ediyor, gürültüden dolayı da öğrenimlerine dikkatlerini veremiyorlardı. Bir iki aydır yeni bir eve taşındılar da bu sorundan kurtuldular.
Sadece Avusturya’da değil, Avrupa’nın pek çok yerinde sigara yasakları giderek genişliyor. Barlar, restoranlar, toplu taşıma alanları derken tiryakiler artık çoğu zaman sokak köşelerine sığınarak sigara içiyorlar. Kışın dondurucu soğuğunda sigarayı tutan eller titrerken bağımlılık görüntüsü neredeyse bir ritüele dönüşmüş durumda. Oysa yıllarca özellikle Amerikan sinema dünyası sigarayı bir zarafet göstergesi gibi sundu: bir elde kadeh, diğerinde sigara; ağır çekimde yükselen duman… O tür filmler hâlâ televizyonlarda gösterilmekte. İzlenen filmlerde şık hanım ve beyler bütün bir zarafetleriyle evlerinde sigara içmekte. Bu tür filmlerin sigaraya başlamaya ne kadar teşvik ettiğini her tiryaki kendinde değerlendirebilir. 21. yüzyılda sigaraya ait toplumsal yaşam çok hızlı ve iyiye doğru yol aldı. Günümüzde ise gerçek hayatın dumanı çok daha sert ve çok daha belirgin olmaya başladı.
Yazının DevamıKızıl Viyana’nın izinde
Avusturya ve onun başkenti, 1938’den İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi olan 1945 yılına kadar Alman Nazilerinin işgali altında kaldı. Bu süre içinde canını kurtaran muhalifler komşu ülkelere kaçmaya çalıştı. İngiltere’de ciddi bir Avusturyalı aydın muhalifler grubu sığınma koşulları buldu. Demokratik bir ülke olarak bilinen İsviçre ise kendisine sığınanları işgalci Alman Nazilerine geri teslim etti. Bunlardan en önemlisi, genç gazeteci, şair ve tiyatro oyun yazarı Jura Soyfer’dir. Arkadaşıyla sığınmak için girdiği İsviçre’den geri çevrilerek Nazilere iade edildi. Soyfer, daha sonra toplama kamplarından birinde hayatını kaybetti.O dönem Avusturya’dan Türkiye’ye gelip orada çalışan Avusturyalılar oldu. Bunlar arasında meşhur mimarlar Clemens Holzmeister, Herbert Eichholzer ve Margarete Schütte-Lihotzky yer alır. Holzmeister, Eichholzer ve Lihotzky Türkiye’de mimari çalışmalarda bulunurken, Lihotzky Avusturya ve Almanya’da “Frankfurt Mutfağı” tasarımıyla ün salmıştır.
Viyana kentinde 1945 öncesi ve sonrasında yoksulluk, işsizlik ve açlık diz boyudur. Buna bir de konut sorunu eklenmiştir. Var olan konutlar oldukça küçük ve dardır; bir oda ve bir aradan oluşan, 20 ile 40 metrekarelik evlerdir. Margarete Schütte-Lihotzky bu sorundan yola çıkarak dar evlerin küçük mutfaklarını nasıl daha kullanışlı hale getirebileceğine kafa yorar ve Frankfurt Mutfağı’nı geliştirir. Bu mutfak, küçük evler ve dar mutfaklar için kurtarıcı olur; çok kullanışlıdır.Mutfak, var olan dar evler için yapılmıştır; ancak ev sorununu çözmemiştir. Viyana gibi büyük kentlerdeki konut sıkıntısından kurtaran bir güç olmalıdır. Bu güç, Viyana’da Avusturya sosyalizminin temsilcisi Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDAP) olacaktır.
Yazının DevamıTürkiye’nin kalbi Ankara sahneye çıktı
Emekli Büyükelçi Ozan Ceyhun, emekliliğinin ilk aylarında da boş durmuyor; sürekli yeni çalışmalarla meşgul. Bilindiği üzere bir kadın basketbol takımıyla ilgileniyor. Takım başarılı olduğu takdirde oyuncularını Viyana’ya getireceğini ve gezdireceğini söylüyor. Sporcu genç kadınları bir Viyana gezisiyle motive ediyor.
Spordan ticarete geçerek Ankara’nın iş insanlarını Viyana’ya getiriyor ve Avusturya Ticaret Odası ile buluşturdu. Kasım ayının ilk haftasında, 7 Kasım 2024’te Viyana’da düzenlenen bir günlük etkinlikte iki ülke arasındaki ticari ilişkiler masaya yatırıldı.
Yazının DevamıKarlskirche’nin gölgesinde bir yanılgı
Viyana’ya gelen dostlarıma bir özür borcum var. Aralarında rahmetli Levent Kırca ve Ulusal Kanal’dan Teoman Alili’nin de olduğu bazı misafirlerime yanlış bilgi vermişim. Viyana’nın sembollerinden sayılan muhteşem bir kilisesi vardır: Karlskirche. Ben bu kiliseyi, Osmanlı’nın ikinci Viyana kuşatmasından mağlup ayrılmasından sonra Avusturya’nın güç ve şatafatının bir göstergesi olarak inşa edildiğini anlatırdım hep. Oysa öyle değilmiş.Bunu neden böyle anlattığımı hep düşündüm. Çünkü Karlskirche’nin ikinci Viyana Kuşatması sonrasında Osmanlı’nın yenilmesiyle doğrudan bir ilgisi yoktur. Dolaylı bir bağlantısı olduğu söylenebilir. Bilindiği gibi barok mimarinin en önemli özelliği şatafat, gösteriş, zenginlik ve güç ifadesidir. Viyana’da barok mimarisi özelliği taşıyan birçok yapı vardır. Özellikle barok özelliklere sahip kiliseler, veba salgınından sonra inşa edilmiştir. Bir başka neden ise, birinci ve ikinci Viyana Kuşatmalarında şehrin Osmanlı’ya karşı savunulmasının ardından yapılan kiliselerdir.
Karlskirche’yi misafirlerime anlatırken bu ikinci gerekçeden yola çıkarak mı öyle söyledim bilmiyorum. Ancak bildiklerim bana anlatılanlardan kaynaklanıyordu. Bir başka nedeni daha olabilir mi diye kendime sordum. Cevabını 1983 yılı yazında Viyana’da kaldığım sürede aradım. O yaz iki ay kadar arkadaşım Hans’ın evinde kalmıştım. Hans’ın evi Karlskirche’ye en fazla 200 metre uzaklıktaydı. 1983 yılında Viyanalılar Osmanlı’ya karşı kazandıkları zaferin 300. yıldönümünü kutluyorlardı. Bu kutlamalar çerçevesinde çeşitli etkinlikler düzenlenmişti.Bu etkinliklere katılmak için Vatikan’dan Papa Jean Paul de Viyana’ya gelmişti. Papa iki kilisede ayine katılmıştı. Bu kiliselerden biri Karlskirche, diğeri ise kentin kuzeyinde, Kahlenberg Tepesi’nin üzerinde kurulu Aziz Josef Kilisesi idi. Başlangıçta Cizvit tarikatının ibadet ve hac yeri olarak yapılmış olan bu kilise, 1683 ikinci Viyana Kuşatması sırasında Lehistan Kralı III. Jan Sobieski’nin ordusuyla Osmanlı kuşatmasını kırmak üzere şehre giriş yaptığı nokta olduğundan, bu tarihi zaferin anı mekânı olarak önem kazanmıştır. Polonya kökenli Papa Jean Paul, 13 Eylül 1983’te bu kiliseyi ziyaret etmişti. Günümüzde Polonyalıların uğrak yeridir. Tepenin üzerinde geniş bir otopark bulunur, turist otobüsleri ve arabaları için uygundur. Yine Kahlenberg Tepesi’nin şehir manzarasını en güzel gösteren noktasında iki lokanta/kahvehane vardır. El değiştirmiş olabilir ama benim bildiğim kadarıyla Türk kökenli işverenin işlettiği bu mekânlarda Türk garsonların elinden kahve içmek tarihin bir cilvesi olsa gerek. Papa 10 ve 13 Eylül tarihlerinde ise benim kaldığım eve 200–500 metre mesafedeki Karlskirche ve kentin gerçek sembolü olan Stephansdom’da ayinlere katılmıştı.Papa şehre gelmişken ben de bir Türk olarak Viyana’yı geziyor, şehri tanımaya çalışıyordum. Arkadaşım Hans muziplik yaparak bana, “Papa Karlskirche’de, sen de bir Türk olarak çok yakınındasın; aslında senden uzak durmam lazım, seni yeni bir Ağca gibi görebilirler” diyordu. Acaba misafirlerime Karlskirche’nin Osmanlı’nın yenilgisi anısına kurulduğunu anlatmamın nedeni bu yaşadıklarım olabilir miydi?
Yazının DevamıBir tabelanın ardındaki sessizlik
Avusturya’nın güneydoğusundaki Karnten (Karintiya) eyaletinde yıllardır bitmeyen bir tartışma vardır: çift dilli tabelalar. Bu eyalet Slovenya’ya sınırdır ve burada azımsanmayacak oranda Sloven kökenliler de yaşamaktadır. Avusturyalı Slovenler yıllardır kendi dillerinde de şehir, köy ve kasaba adlarının tabelalarda yer almasını istemektedir.Eyaletin uzun yıllar valiliğini yapan, Avusturya Özgürlükçü Partisi’nin (FPÖ) eski lideri Jörg Haider, Almanca ve Slovence olarak yerleşim yeri levhası taleplerine sert biçimde karşı çıkmıştı. Anlaşılan Jörg Haider’in politik etkisi, ölümünden yıllar sonra bile bölgede hissediliyor. Oysa 1955’te Avusturya ile Slovenya arasında imzalanan antlaşma, nüfus oranlarına göre Almanca ve Slovence tabelaların asılmasını zorunlu kılıyordu. Üstelik Avusturya Anayasa Mahkemesi de bu yönde karar vermişti. Ancak bütün bu hükümlere rağmen, iki dilli tabela sorunu hâlâ tam anlamıyla çözülebilmiş değil.
Geçtiğimiz günlerde, uzun zamandır görüşmediğim eski bir meslektaşım —aynı zamanda on yıl kadar birlikte çalıştığım bölüm yöneticisi olan— Josef Wallner, bu konuda düzenlenecek bir podyum tartışmasına davet etti beni. Dinleyici olarak katıldım. O tartışma, yalnızca çift dilli tabelaları değil, hiç bilmediğim bir başka katliamı da öğretti bana: Persmanhof (Perşman) Katliamı.Karintiya dağlarının eteklerinde, ormanların arasında “Persmanhof” adında bir çiftlik vardır. Fotoğraflarda gördüğüm kadarıyla ormanın kalbinde, doğanın sessizliğiyle baş başa, sade ama nefis bir yerdir burası.Zaman, İkinci Dünya Savaşı’nın son günleridir. Alman Nazileri Avusturya’da yenilgiye uğramış, Nazilerin bu yenilgisinde Yugoslav partizanları da çok önemli rol oynamıştır. Yenilgi sonrasında geri çekilen Alman Nazi birlikleri, geçtikleri her yerde yakıp yıkarak ve öldürerek iz bırakmaktadır.25 Nisan 1945 sabahı, ormanın ortasında Persmanhof çiftliğinin sessizliği insanlığın en karanlık yüzlerinden biriyle bozulur. Nazi birlikleri Persmanhof’a baskın düzenlerler ve birkaç saat içinde kadın, çocuk, yaşlı demeden dokuz kişiyi katlederler. Bu katliamda öldürülenlerin yedisi Persmanhof’ta yaşayan Sadovnik ailesindendir, ikisi ise Yugoslav partizanıdır. Öldürülenlerden üçü henüz on yaşlarındaki çocuklardır. Diğerleri yetişkin kadın ve erkeklerdir. Katiller bununla da yetinmezler; çiftliği de ateşe verirler.
Yazının DevamıBahşişe vergi, teşekküre ceza
Avusturya hükümeti ciddi bir bütçe açığıyla karşı karşıya. Bu açığın nasıl kapatılacağına ilişkin tartışmalar parlamentoda sürüyor ve devlet televizyonunda canlı yayınlanıyor. Ben de bu görüşmeleri izlemek istedim. Hükümet adına Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı sorulara cevap veriyordu.Sendikalar Birliği başkan yardımcılığından hükümete bakan olarak atanan Korinna Schumann zor bir durumla karşı karşıyaydı. Mecliste beş parti temsil ediliyor; bunlardan üçü hükümette yer alıyor. Muhalefetteki Yeşiller Partisi çoğu konuda Schumann ile benzer düşünceleri paylaşıyor. Diğer muhalefet partisi olan Özgürlükçü Parti ise konulara çok hâkim görünmüyordu. Bu durum bakan hanım için bir avantaj olarak görülüyordu.
Bütçe açığını kapatmanın iki yolu dile getiriliyor: tasarruf ya da yeni vergiler. Tasarruf önerileri genellikle sosyal harcamaları hedef alıyor. Örneğin, İş Dünyası Dairesi tarafından işsizlere verilen mesleki eğitim yardımlarının kaldırılması ya da kısıtlanması gündemde. Ayrıca, sosyal yardımların azaltılmasıyla birkaç milyon avro tasarruf sağlanması planlanıyor. Sosyal haklar konusunda geçmişte duyarlı olan Schumann için bu kararlara onay vermek kolay olmayacaktır. Ancak hükümette olmak bazen özveri gerektiriyor.Bakanın onaylamak zorunda kalacağı bir başka konu da bahşişlerden vergi ve sigorta primi alınması. Vergi Maliye Bakanlığı'nın, primler ise Çalışma Bakanlığı'nın alanına giriyor. Maliye Bakanı Markus Marterbauer —bir dönem Viyana İşçi Odası’nda baş ekonomist olarak çalışmıştı— şimdi geçmişte karşı çıktığı bir vergilendirmeyi onaylamak durumunda. Bahşişin nasıl deklare edileceği, herkesin aynı oranda bahşiş alıp almayacağı gibi konular tartışıldı; ancak milletvekillerinden net bir açıklama gelmedi.
Yazının DevamıAvusturya Sosyalizminin İzleri: Viyana 1919–1934
Avusturya, Avrupa kıtasının ortasında yer alan küçük ama güzel bir ülkedir. Dünya siyasetinde, ekonomisinde ve kültürel yaşamında kendi katkılarını sunmuştur. Mozart, Haydn, Schubert ve Mahler gibi isimlerle müzikte; Sigmund Freud ile psikoanalizde; Elias Canetti, Elfride Jelinek, Stefan Zweig, Ingeborg Bachmann, Rainer Maria Rilke ve Peter Handke gibi yazarlarla edebiyatta; Bruno Kreisky gibi politikacılarla da siyasal alanda önemli izler bırakmıştır.Bunların dışında Avusturya, dünya siyaset tarihine iki kavram kazandırmıştır: ‘Avusturya Sosyalizmi’ ve ‘Avusturya Faşizmi’. Avusturya Faşizmi ve Avusturya Sosyalizmi. Bu yazıda, Avusturya Sosyalizminin, özellikle Viyana kentine olan katkılarını anlatmayı amaçlıyorum.
Avusturya Sosyalizminin temeli sosyal demokrasidir. Avusturya Sosyal Demokratları için 4 Mayıs 1919 tarihi çok önemlidir. Bu tarihte yapılan belediye seçiminde Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SDAP) %54,1 oy alarak büyük bir başarı elde eder. Avrupa’nın büyük kentlerinden birinde ilk defa sosyal demokratlar belediye başkanlığını kazanır ve Jakob Reumann Viyana Belediye Başkanı olur.Sosyal Demokratların belediye başkanlığını elde ettiği 1919 yılında Avusturya Cumhuriyeti henüz bir yaşındadır. Avusturya Sosyalistlerinin tartışmasız öncüsü, 11 Kasım 1918’de hayatını kaybetmiş; ertesi gün, 12 Kasım 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kalan kısmıyla “Alman Avusturya” (Deutschösterreich) Cumhuriyeti olarak ilan edilmiştir. O dönemde Avusturya toprakları ağırlıklı olarak tarım alanlarından oluşmaktadır.
Yazının Devamı‘Alın teriyle yazılmış bir destan: Gurbetin başarı
Avusturya dokuz eyaletten oluşmaktadır. Bu eyaletlerden biri de Aşağı Avusturya’dır. Her eyaletin bir başkenti vardır; Aşağı Avusturya’nın başkenti St. Pölten’dir. St. Pölten, eyaletin başkenti olalı uzun zaman olmadı. 1986 yılına kadar Aşağı Avusturya’nın başkenti Viyana’ydı. Bu nedenle Viyana, aynı anda hem federal cumhuriyetin hem kendi eyaletinin hem de Aşağı Avusturya’nın başkenti konumundaydı. 1986’da St. Pölten, eyaletin başkenti oldu ve sonrasında çeşitli eyalet kurumları merkezlerini buraya taşıdı.Bu eyalette uzun yıllar yaşayan bir dostumuz vardır: Ekrem Arslan. Arslan, Avusturya Türkiye Dostluk Derneği’ni kurmuş ve burada arkadaşlarıyla çalışmalarını yürütmektedir. Aydınlık Avrupa yazarlarından Cengiz Köse kardeşimin yolu da buradan geçmiştir. Viyana’da da bir Avusturya Türkiye Dostluk Derneği bulunmakla birlikte, Arslan’ın bu dernekle bir ilişkisi yoktur.Arslan, merkezi St. Pölten’de olan Dostluk Derneği’nin sosyal medya hesabı Dostluk Postası’nı (https://www.facebook.com/dostluk.postasi) oluşturmuştur. Bu platformda, eyalete, kente, çevreye ve kentte yaşayan Türklere yönelik birbirinden güzel yazılar kaleme almakta ve yayınlamaktadır. Dostluk Postası, göçmenlerin yaşamına dokunan, onların hikâyelerini görünür kılan bir alan olarak öne çıkıyor.Son zamanlarda başlayan “Göç Başarıları” dizisini severek takip ediyorum. Beş başarılı öyküsü yayımladı. Bu dizinin ilk öyküsünde beni konu etmiş; kendisine kalemine ve yüreğine sağlık diyerek teşekkür ederim. Ufak bir düzeltmeyle bu yazıyı köşeme taşımak istiyorum.Bu düzeltme de şudur: Ben Avusturya’da memur olarak çalışmadım. Avusturya’da “memur” kavramı yalnızca devlet kurumlarında görev alanlar için kullanılır. Avusturya’da hayatı, işveren ve çırak veya serbest meslekler dışarıda tutulduğunda üç kategoriye ayrılır: Beamte (devlet memuru), Angestellte (büro elemanı, hizmetli) ve Arbeiter (işçi). Ben bağımsız bir meslek odasında çalıştığım için, memur değil, hizmetli veya büro elemanı kavramı daha doğru olur. Dernekler ve bağımsız danışma dernekleri dışında Avusturya kurumlarında çalışan ilk Türklerden biri olma özelliğine sahibim.Başarı öykülerinin ilkine yer veren Dostluk Postası’ndaki yazıyı, dostların izniyle köşeme taşımak istiyorum. Bu yazı, yalnızca bireysel bir başarıyı değil, göçün ve dayanışmanın renkli ve çok katmanlı dünyasını da anlatıyor. Yazının başlığı Dostluk Postasına aittir. Yayınlanması için Dostluk Postası’ndaki arkadaşlara teşekkür ederim.
“Geldik, çalıştık, kaldık.”Bazen sadece bu üç kelimeyle özetlenir Türk işçilerinin Avrupa’ya göç hikâyesi. Ama gerçek çok daha derin, çok daha renkli. Çünkü her pasaport kontrolünden geçen bavulda yalnızca giysi yoktu; hayaller vardı. Her fabrika vardiyasında yalnızca ter dökülmedi; gelecek kuruldu.1960’larda “misafir işçi” olarak gelenler, zamanla bu toprakların ayrılmaz bir parçası oldular. Sadece çalışmadılar; ürettiler, düşündüler, kurdular, yazdılar, konuştular, yön verdiler. Kimileri market açtı, kimileri makale yazdı. Biri spor sahasında adını duyurdu, biri parlamentoda yasa yazdı. Bu yazı dizisi, işte o sessiz başarıların sesi olacak.
Yazının DevamıAVUSTURYA’DAKİ TÜRK BAŞARILARI
Geçtiğimiz iki yıl önemli iki yıldı. 2023, UNESCO tarafından Âşık Veysel Yılı ilan edilmişti. Ünlü halk ozanımız hakkında köylüsü olarak bir çalışma hazırlamak gerektiğini düşündüm. Âşık Veysel’in yaşamış olduğu köy ve sosyal çevresinin biraz zayıf anlatıldığını düşünmekteydim. Âşık Veysel’li yıllarda onun yaşamış olduğu köyde yaşamış birisi olarak benim de söyleyeceğim bir şeyler var diyerek, Kaynak Yayınları’nda bir çalışmam çıktı.2024 yılı ise Türkiye’den Avusturya’ya iş gücü göçünün 60. yılıydı. 60 yılda nereden nereye gelindiğine, Avusturya’ya göç edenlerin sorunları ve başarıları konusunu da yazmak ve tarihe not düşmek gerekiyordu. Gurbetçi bir işçinin çocuğu olarak ve onların önce her türlü sorunlarıyla, daha sonra da çalışma hukukundan doğan dertlerine çare bulmak için 40 yıl profesyonel çalışan birisi olarak iki kelime etme hakkım vardı. İşte 2024’te 60. yıl kutlamaları kapsamında Ankara Nobel Yayıncılık’ta bir çalışmam yayımlandı.“Misafirlikten Ev Sahipliğine” kitabımda şüphesiz eksiklikler vardı. Kitabın yayımlanmasından sonra keşkelerim oldu. Bu keşkeleri daha sonraki dönemlerde değerlendireceğim. Kitabımda başarı öykülerine yer vermeye çalıştım. Onun nedeni, insanlarımızın morale ve örnek insanlara gereksinimi vardır diye düşündüm. Başarı öyküleri arasında turizmci Cem Kınay, gastronomi alanında dünya markası hâline gelen Attila Doğudan ve Avusturya sınırlarını çoktan aşmış modacı Atıl Kutoğlu’nu da mutlaka yazmalıydım. Bilerek yazmadım. Çünkü bu üç ismin kendilerini Türk toplumuna, Türkiye’ye ve 60 yıl önce Avusturya’ya gelen iş gücü kuşağına ne kadar ait gördüklerinden emin değildim. Onların bu çerçevede anılmasına itirazları olur mu düşüncesiyle geri durdum. Oysa aslında onları yazmamak büyük bir eksiklikti. Zira her üçü de gençlik dergisi Biber tarafından yıllar önce hazırlanan “100 Önemli Türk” listesinde en üst sıralarda yer aldı ve kimse “Neden bizi dâhil ettiniz?” diye sormadı.
Tıp eğitimi almasına rağmen hekimlik yapmayan Cem Kınay, turizmde iz bıraktı. On binlerce Avusturyalıyı Türkiye’ye tatile gönderdi, yıllarca turizm işletmeciliği yaptı. 2000’li yılların başında Karayipler’de bir ada satın alarak otel kurma girişiminde bulundu, ancak mali sorunlar yaşadı. Bir süre turizm ve sosyal hayattan uzaklaştı. 2024 sonrasında yeniden Viyana’ya dönerek sosyal yaşam içinde yer aldı. Onun adı, turizm sektöründe hâlâ saygıyla anılmaktadır.
Yazının DevamıÂşık Veysel: Kapı Kitli Cüzdan Cepte Para Yok
Zaman zaman büyük ozan Âşık Veysel’e ait çeşitli anılar yeniden gündeme gelir. Ancak bu anıları aktaranların çoğu Veysel’i, köyünü, yol arkadaşlarını yeterince tanımaz. Gerçeklikle bağdaşmayan söylentiler ve yorumlar, yazılı veya kulaktan kulağa aktarılırken büyür; kimin kırıldığı ve kimin incindiği umursanmaz. Olan suçlanan kişinin yanında kalır. Hele bu suçlama medya aracılığıyla yapılırsa, incinmenin ve kırılmanın boyutu daha da genişler. Bu tür anılardan birisi de “Kapı Kitli Cüzdan Cepte Para Yok” şiirinde dile getirilen hırsızlık olayıdır. Genel kanı, Âşık Veysel’in uzun yıllar yol arkadaşlığı yaptığı kuzeni İbrahim Tutuş’un parayı çaldığı yönündedir. Âşık Veysel’in o meşhur dizelerini bir çoğumuz bilir: Kapı kitli, cüzdan cepte, para yok. Ama bu dizelerin arkasındaki gerçeği kaç kişi biliyor dersiniz? Ne yazık ki yıllardır bu olay, Veysel’in yol arkadaşı İbrahim Tutuş’a mal edildi. Oysa gerçek bambaşkaydı.Şiiri hatırlayalımParça parça olsun paramı çalan Kimi gerçek dedi kimisi yalan Dünyada görmedim böyle bir plan Kapı kitli cüzdan cepte para yok
Gezdim İstanbul’u, İzmir, Ankara Şadırvanlı Handa kaldı bu para Bu nasıl dalgadır bu ne dubara Kapı kitli cüzdan cepte para yok
Yazının DevamıÜç patili dost ve Türkçe ıslık
Dört beş aydan uzun bir süredir ciddi bir rahatsızlığından dolayı dışarı çıkamamıştı. Sadece acil durumlarda, ameliyat için hastaneye gitmiş ve gelmişti; bir de normal kontroller için doktora gitmişti. Ne kadar da özlemini çekiyordu evlerine komşu olan, doğa koruma alanı içindeki ormanı, bir de paha biçilmez tarlaları! Şehrin içinde olmasına rağmen belediye, ev yapımı için izin vermemiş ve tarla olarak kalması gerektiği biçiminde karar almıştı. Belediye, iyi ki de böyle bir karar almıştı. Şehir içindeki bu tarla, sahibinin satmak istemesine rağmen, ev yapılamadığı için müşterisi bulunmuyordu. Sürekli tahıl veya pancar ekiliyor orada. Çevresi beş kilometreyi bulan bu tarlada doğa koruma altındaki ormanın dışında bir o kadar da yeşil alan vardır. Kentin güneyinde kalan mahalle insanlarının yıllardır gezi alanı olmuştu. Sadece insanların değil, patili dostların da gezi alanıydı. Tarlalara komşu alanlar oldukça genişti ve bu yeşil alanda köpekler için oyun ve koşu alanları bulunuyordu.Uzun süren rahatsızlığından dolayı buralardaki güzellikten mahrum kalmıştı. Ameliyat olmuş, bir süre dinlendikten sonra, uzun zamandır koşuya çıktığı bu alanların özlemiyle yürüyüşe çıkmıştı. Ormanda kısa bir tur attıktan sonra, tarlaların arasından kıvrılarak geçen yürüyüş yoluna yöneldi; yolun her köşesinde doğanın bekleyen sessizliği adeta ona selam veriyordu. Her şey yerli yerindeydi: ağaçlar, kuşlar, çayır, çimen, taşlar… Sanki hep onu bekliyorlardı. Ağaçların onu selamladığını, kuşların kendisi için öttüğünü, hatta taşların ayağına değmemesi için yolundan çekildiğini düşünerek ilerliyordu.
O sırada bir mutluluk tablosu dikkatini çekti ve dona kaldı. Üç arkadaş, bir de sahipleri, önünde yürüyordu.Üç arkadaşın ikisi, diğer üçüncüsüne göre daha iri yarıydı. O üçüncüsü ise ufak tefek, zayıf gibi duruyordu. Ama bu ufak köpek nasıl bir eda, nasıl bir yürüyüş sergiliyordu! Diğerlerine adeta komutanlık yapıyordu. Ortalarından sıyrılıp sahibiyle bazen aynı hizada, bazen ise onun da önüne geçiyordu. Sahibesine bile kılavuzluk yapıyordu. Arkadan onları izlerken bu üç arkadaşın dönüp de kendisine bakmadığını görünce “Salını salını giden güzeller, hiç Tanrı selamı almaz mısınız?” diye düşünüyordu.Havanın soğuğuna karşın, her üçünün de sırtında kışlık kazaklar vardı. Kazaklar gövdeye iyice sarılmış, patiler de kapatılmıştı. “Kazakları anneleri ördü herhalde,” diye içinden geçirip, gülümsüyordu.
Yazının DevamıGazze için konuşmanın bedeli
Yaklaşık kırk yıldır tanırım onu. İşe başladığımda tanıştığım ilk insanlardandı. Kısa sürede yalnızca meslektaş değil, arkadaş da olmuştuk. Sıcak, arkadaş canlısı, sevgi dolu bir insandı. Henüz yirmili yaşlarının ortasındaydı, benden bir ya da iki yaş daha küçüktü. Çalıştığım kurumun basın bölümünde görev yapıyordu. Alman Dili ve Edebiyatı öğrencisiydi; eğitimini sürdürürken iş hayatına da devam ediyordu.
Çalıştığı bölümde yazı işlerini ondan daha iyi bilen yok gibiydi. Kurumun aylık dergisine yazılar hazırlıyor, hazırlanmış yazıları redakte ediyordu. Ancak çalıştığı bölümün ortamından pek memnun değildi. Bulunduğu ortama göre fazla eğitimliydi. Çok ilgiliydi, her alanda bilgi edinmek istiyor, diğer bölümlerdeki iyi eğitimli insanlarla ilişkiler kuruyordu. Fakat birlikte çalıştığı insanlarla ve özellikle bölüm şefiyle yıldızı bir türlü barışmıyordu. Bu onun mutsuzluğuydu. Oysa kurum tam da onun istediği bir kurumdu: Emek, emekçi, onların hakkı ve hukuku üzerine çalışmak istiyordu. Bölümde mutsuzdu. Bu mutsuzluğundan dolayı da bir süre sonra da işten ayrıldı.
Yazının DevamıErkan Yücel ve Viyana: Açık hava tiyatrosunda sana
Uzun bir aradan sonra Viyana’da bir kabare izleme fırsatım oldu. Gösteri, görkemli iki sarayın arasında kalmış geniş bir bahçede, açık hava tiyatrosunda gerçekleşiyordu. Tiyatroya adım attığımda, aklıma hemen Erkan Yücel geldi. Benim için açık hava tiyatrosu denince ilk hatırladığım hep o olmuştur.Erkan Yücel, Devrimci Ankara Sanat Tiyatrosu’nu kurmuş, sonrasında Halk Tiyatrosu ekibiyle birlikte Ankara’nın Gençlik Parkı’ndaki açık hava tiyatrosunda oyunlarını sahnelemişti. Yalnızca orada değil, Türkiye’nin pek çok köyünde de açık hava sahnelerinde tiyatro oyunları sergilerdi. Bir eylül günü onu kaybettik. 9 Eylül 1985 Erkan Yücel ölüm tarihi. Cenazesine ben de katılmıştım.O yıllarda lise öğrencisiydim. Arkadaşlarımla birlikte onu “Erkan ağabey” diye bilirdik. Oyunlar sırasında bazılarımız tiyatro çevresinde nöbet tutar, saldırılara karşı tiyatro ekibini korumaya çalışırdık. Kimimiz de tiyatro ekibinde evi olmayanları misafir ederdik. Erkan Yücel’in cenazesinde, gözyaşlarına boğulan Doğu Perinçek’e başsağlığı dilemiştim. Gençlik bu ya, “Anadolu toprağı nice Erkan Yüceller yetiştirir,” diyerek onu teselli etmeye çalışmıştım. Perinçek yaşlı gözlerle bana bakıp, “Yok be kardeşim, Erkan Yücel gibi biri daha gelmez,” demişti.
Bin beş yüz kişilik bu açık hava tiyatrosuna girdiğimde, Perinçek’in sözlerinin ne kadar doğru olduğunu, kalbimdeki buruklukla bir kez daha anladım. “Erkan Yücel burayı görseydi, izleyicilerine nasıl güzel oyunlar sunardı?” diye düşündüm.Viyana gibi sanat, kültür ve müzik kenti için açık hava tiyatrosu aslında alışılmış bir gelenek değildi. 2020’ye kadar böyle bir etkinlik bilinmezdi. Ancak Korona salgını döneminde, Avusturya’nın tanınmış kabare sanatçısı Michael Niavarani ve arkadaşı Georg Hoanzl, tiyatro aracılığıyla yaşam direnişini göstermek için bu projeyi başlattılar.
Yazının Devamı‘Zirzop’ milletvekilinin sözleri
Türkiye’de gurbette geçimini sağlayan, orada çalışan ve yaşayan emekçilere karşı son yıllarda artan kaba tutumlar dikkat çekmekte. Sokak röportajları yapan bazı kişiler, ellerindeki mikrofonları rastgele insanlara uzatmakta. Mikrofon tutulan kişiler arasında zaman zaman gurbetçi Türkler de yer almakta. Almanya ve Türkiye’deki yaşam, fiyat farkları, emeklilik ve ücretler gibi konular konuşulurken bazen yanlış veya tepki çeken ifadeler de duyulmakta.Gurbetçiler, bulundukları ülkelerde ağır koşullarda çalıştıklarını, aldıkları ücretin yetmediğini, kira gibi giderlerin yüksekliğini dile getiriyorlar. Muhabirlerin kışkırtıcı sorularına Türkiye ve Almanya’daki yaşama dair Almanya hakkında olumsuz cevaplar da veriyorlar. Bu tür cevaplara kışkırtıcı sokak mikrofoncusunun ve onun çevresinde bulunan insanların soruları da hazır: “O kadar kötü o zaman ülkene neden gelmiyorsun?” Sanki kendileri kalkıp geldikleri köylerine, kasabalarına doğup büyüdükleri yerlere bulundukları büyük kentlerden gidebilmekteler. Bu tür sokak söyleşileri, onlara verilen tepkiler az çok bilinmektedir. Üzerinde uzun süreli durmaya gerek olmadığını düşünüyorum. Ancak gurbetçileri yaralayıcı olduğunun altını çizmek gerekir. Asıl dikkat çekici olan, bu tür sokak söyleşilerinde sadece gurbetçiler hakkında verilen cevaplar değil; onlara yöneltilen saldırgan tutumların rahatsız edici boyuta ulaşmasıdır. Bu tavrın nedenlerini sosyologların incelemesi gerekir. Ancak görünen o ki, Türkiye’de yaşayan bazı insanlar, kendi yoksulluklarının sebeplerinden biri olarak gurbetçileri görmekte ve bu nedenle öfke sergilemektedirler.Özellikle Türkiye’deki emekçi, emekli ve dar gelirli insanlarımızın ekonomik sıkıntılarının herkes farkındadır. Bu farkındalığa rağmen bazen kaba saba laf edenler olmaktadır. Türkiye’ye tatile giden gurbetçiye maaşını, emeklilik ödentisinin ne olduğunu, kira giderinin miktarını, hangi arabayı kullandığı soruları sorulurken; Türkiye’nin içişlerine karışan herhangi bir Avrupalıya bu soruları sorma cesaretini bu mikrofoncular kendilerinde neden bulmazlar?
Eskiden bu saldırganlık sıradan bireylerden geliyordu. Ancak artık bu tutumun seviyesi değişmiş durumda. Adı Cemal olan ve Atatürk’ün kurduğu TBMM’de milletin vekili olduğu iddia edilen bir kişi, gurbetçiler için “Zirzop gurbetçinin biri” ifadesini kullandı. Peki bu kişi neden böyle konuşur? Klişe bir cevapla açıklamak mümkün: “Çünkü gurbetçiler, Türkiye'nin yoksullaşmasını hızlandıran partiye oy veriyorlar.” Evet, Avrupa’nın hemen her ülkesinde gurbetçiler uzun süredir Türkiye’yi yöneten partiye oy vermekteler. “Zirzop” lafını eden ve döne dolaşa Atatürk’ün kurmuş olduğu partiye gelen milletvekili Cemal’in bu konuşması partili arkadaşları tarafından da şiddetle alkışlandı. Peki ama “Zirzop” lafını kullanan bu kişi ya da partisindeki diğer vekiller, Türk gurbetçilerin sorunlarını, dertlerini ya da sevinçlerini biliyorlar mı? Onların ağzından dinlemişler mi? O gurbetçi neden milletvekilinin bile tepki gösterdiği konuşmayı yapar, biliyorlar mı? Benim bu soruya cevabım tek kelimeyle bilmiyorlardır. Seçim öncesi ve sonrası ya siyasi çalışmalar ya da turistik geziler için Avrupa’ya gelen bazı milletvekilleri oldu elbette. Ancak bu kişiler, parti teşkilatlarının düzenlediği toplantılarda kürsüden konuşmalarını yapıp, vatandaşın dertlerini dinlemeden salonları terk etmişlerdir.
Yazının DevamıAvusturya’da göçmenlerde aidiyet
Ülkenin önemli ve düşünce belirleyen gazetelerinden biri geçenlerde manşet atmıştı: Gazete, “Göçmenlerin olmaması halinde Avusturya ciddi anlamda küçülür” diyordu. İç sayfalarda ise çeşitli istatistikî bilgiler veriliyordu. Bunlardan ilki, 1975 yılındaki 7 milyon nüfusun 2025 yılında 9 milyonu bulduğunu belirtiyordu. Bu nüfus artışı, her nüfus sayımında birkaç milyon daha artan ülkeler için dikkate değer bir oran değildir şüphesiz. Ancak nüfusu gittikçe azalan ülkeler için, 7 milyondan 9 milyona ulaşmak oldukça önemlidir.Gazete, gelecek yıllarda göçmenlerle ve göçmensiz nüfusun nasıl bir seyir izleyeceğine dair istatistikî veriler de sunuyordu. Buna göre, göçmenlerle birlikte Avusturya nüfusunun artacağı, göçmensiz nüfusun ise 1975 yılındaki seviyenin çok altında seyredeceği bilgisi aktarılmaktaydı.Nüfustaki gelişmelerle kafamızı yormak yerine, hâlihazırdaki göçmenlerle Avusturyalıların birbirleriyle olan ilişkilerinin ne olduğunu ben de merak etmekteydim. Birlikte yaşam, kendilerini tehdit altında hissetme veya topluma ait olma hissi ne durumda olduğuna dair ilginç bilgiler de bulunmaktaydı.
Yazının DevamıYollarda kayıp olan mülteci
Zaman zaman Avusturya’dan sınır dışı edilen mültecilerin durumları basına yansır da biz de haberdar oluruz. Yıllar önce, Afrikalı bir mültecinin sınır dışı edilmesi basında hayli konuşulmuştu. Önce onun sınır dışı edilmesine karşı çıkanlar seslerini basında duyurmuşlardı. Protestolar arasında uçağa bindirildiğini öğrenmiştik. Bu haberlerin üzerinden çok geçmemişti ki, onunla ilgili başka bir haber gündeme bomba gibi düştü: Sınır dışı edilen mülteci ölmüştü.O andan itibaren herkes "Nasıl?", "Neden?" diye sormaya başladı. Uçağa bindirilen kişinin ağzı sıkı sıkıya bağlanmıştı. Ağzı ve burnu bantlanan mültecinin cesedi, ülkesine dahi ulaşamadı; araştırmalar için tekrar Avusturya’ya getirildi. Hayatını kaybeden Afrikalı mültecinin kızı, yıllar sonra Avusturya devleti aleyhine dava açtı ve bir miktar tazminat kazandı. Yanlış hatırlamıyorsam, Viyana’da bir yerde onun adına bir büst bile açıldı. Canlısını istemeyen ülke, sonunda başkentinde onun heykelini dikmişti.Bu olay gibi ölümle sonuçlanmasa da başka bir sınır dışı vakası daha basın aracılığıyla gündeme geldi. Avusturya İçişleri Bakanı Gerhard Karner, adeta başka işi gücü yokmuş gibi günlerce bir mültecinin sınır dışı edileceğine dair basın açıklamaları yaptı. Kısaca, suç işlemiş ve ceza almış mültecilerin sınır dışı edileceğini söylüyordu. Bu kapsamda, 15 yıldır Avusturya’da yaşayan Suriyeli bir IŞİD mensubu mülteci İstanbul üzerinden Şam’a gönderilecekti. Gönderildiği daha sonra da basına yansıdı. Ancak bir hafta sonra yine basına yansıyan haberlere göre, bu kişi ne İstanbul’da ne Şam’da ne de Viyana’daydı, yani kaybolmuştu.
Ancak bu kişinin İstanbul’da mı yoksa daha önce Viyana’da mı kaybolduğuna dair en ufak bilgi bulunmamaktadır. Nerede olduğu bilinmiyor. Avusturya yetkililerinin açıklamalarına göre kişi İstanbul’da ortadan kaybolduğu biçimindedir. İçişleri Bakanlığı, IŞİD mensubunun İstanbul üzerinden Şam’da Suriyeli yetkililere teslim edildiğini iddia ederken, insan hakları örgütleri aynı fikirde olmadıklarını duyurdular.Aynı çevreler, IŞİD’linin yakınlarının İstanbul’da bulunduğunu, yakınlarının yaptıkları açıklanmaya göre yurtdışı edilen mülteciden haber alamadıklarını ve kişinin ne Suriye’ye ne de İstanbul’a ulaştığını öne sürdüler.Bu açıklamaların ardından olay giderek karmaşıklaştı. Avusturya'nın söz konusu mülteciyi Suriye'ye göndermesi, çeşitli uluslararası kuruluşlar ve insan hakları savunucuları tarafından sert şekilde eleştirildi. Hükümet yetkilileri bu tür uygulamaların güvenlik gerekçesiyle yapılması gerektiğini savunurken, insan hakları savunucuları ise mültecilerin yaşam haklarının hiçe sayıldığını belirtiyordu.Gerhard Karner’in açıklamalarında, sınır dışı uygulamasının "terörist faaliyetleri engelleme" amacıyla yapıldığı vurgulandı. Ancak bu tür açıklamaların arkasında başka kaygıların yattığı da dikkat çekiyordu. Çeşitli raporlarda, Suriye’ye gönderilen mültecilerin çoğunun hükümet ya da militan gruplar tarafından hedef haline geldiği belirtiliyordu. Bu gelişmelerin ardından bazı insan hakları aktivistleri, Avrupa’daki diğer ülkeleri de bu uygulamanın adil olmadığı konusunda uyarmak için harekete geçti.İstanbul’da kaybolan mülteciye dair detaylar ise hâlâ belirsizliğini koruyor. Çeşitli haber kaynakları, bu kişinin İstanbul’a varıp varmadığı konusunda çelişkili bilgiler veriyor. Bazı kişiler "İstanbul’dan Şam’a götürüldü" açıklamasını yeterli bulsa da, bu iddialar kesin olarak doğrulanamadı. İnsan hakları örgütleri, bu kişiye dair bilgilerin gizlenmesinden endişe ediyor ve hükümetin daha şeffaf olması gerektiğini savunuyor.Olayın ardından gelen tepkiler sadece Avusturya’da değil, Avrupa’nın diğer ülkelerinde de yankı buldu. Pek çok kişi, mültecilerin bu şekilde geri gönderilmesinin uluslararası insan hakları sözleşmeleriyle çeliştiğini ve yeni göçmen krizlerine zemin hazırlayabileceğini öne sürdü. Avrupa’da yükselen bu tartışmalar, başka mülteci krizlerine de kapı aralayarak, ülkeler arası ilişkilerde gerilimlere neden oldu.Avusturya, çok sık yapmadığı sınır dışı etme işlemini aslında pek de beceremiyor. Bakanların günlerce açıklamalar yaparak topluma anlatmaya çalıştığı bu süreç, çoğu zaman eline yüzüne bulaştırılıyor. Ya mülteciler yolda kayboluyor ya da havasızlıktan boğulup hayatlarını kaybediyorlar. Bildiğim ve tanıdığım kadarıyla Avusturyalılar mesleklerinde oldukça yetkindir. İnsanları eğitimlidir, gerçekten iyi bir eğitim almışlardır ve mesleklerinde uzmandırlar. Ancak bu konuda gösterilen acemiliğin sebebi nedir, anlamak zor.
Yazının Devamı