Son Yazıları

Kendimle Hesaplaşma (1)

Bir yerden sonra insan ‘hesaplaşma’ gereği duyuyor. Kendisiyle, yaşamla, herşeyle. Öyle ya, hayatın bir ‘başı’ var, bir de ‘sonu’. Kendi kendime hep sormuşumdur. Nasıl bir insanım? Bu dünyadan ‘bir insan’ olarak gelip geçiliyor. Acaba bu menfaatleri, çıkarları için hareket eden bir kul muydum yoksa ne idim? Paranın pulun götürülmediğini gayet iyi biliyoruz. Musalla taşında yatan bir insanın başında seyahat bavulları olmuyor. Kadehler havaya kalktığında ne diyoruz, ‘şerefe’ ya da ‘şerefine’. Olmayan bir şey olduğu için mi nedir, nadir bulunduğu için mi? Tut ki bugün ölüm döşeğindesin. Ne lâzım sana: Şerefin, onurun ötesinde ne olabilir ki? Yoksa Hoca niye sorsun: Merhumu nasıl bilirdiniz? diye. Cemaatin verdiği cevabın nasıl olması gerekiyor: Usulen de olsa ‘iyi bilirdik’ deniliyor. Öğle değil mi? Çok parası vardı. Banka hesap muvduatı çok yüksekti. ‘Gayri menkul kralıydı’ gibi cevaplar alıyor, ya da duyuyor muyuz. Servetin ne olursa olsun insana önce ‘şeref, haysiyet’ gerekiyor. O açıdan gönlüm rahat. Sonuç itibariyle, hesabını veremeyeceğim bir yaşam sürmedim. Aç gözlülüğümü, sonradan görmeliğimi önce ben yazdım. Özeleştiri yaptım. BİR ÖZÜROtuz küsûr sene önce TRT’de ‘Olacak O Kadar’ programına başladık. Başka da televizyon yoktu zaten. Çok başarılı oldu. Ancak (24) bölüm sonra ‘Hükümet, kendisine muhalefet edildiğini öne sürerek’ pragramı yayından kaldırdı. Bana da kurumdan şöyle komik bir mektup geldi: “Çok başarılıydınız ama gene sizi bir süre dinlendirmek istiyoruz.” Başladık dinlenmeye. Ta ki ‘Star Tv’ kurulana kadar. Cem Uzan bütün şartlarımızı kabul etti. Orada yayına başladık. Çok başarılı bir, iki-üç sene geçirdik. ATV yeni kurulmuştu. (Dinç Bilgin grubu) Allem edip kallem edip önümüze inanılmaz paralar sürüp kandırdılar bizi. Saltanatımız bu kez ATV’de sürdü. Artık televizyonlar birbiri arkasına kuruluyor, her kurulan Tv bizi istiyordu. Bir süre Show Tv- Erol Aksoy düştü peşimize. Biz onunla flört ederken Kanal D kuruldu. Eski arkadaşım Uğur Dündar da araya girince bu kez Cem Uzan’a attığımız kazığın aynısını Dinç Bilgin’e attık ve saltanatı Kanal D’ye taşıdık. Üç beş sene de burada ‘süperdik’. Ben devrimci bir insan olduğum için, kanalların birbirine attığı bu kazığı net bir şekilde görüyor, ne ‘kıl’ koparırsam mantığı ile yürüyordum. İtiraf etmek istediğim bir gerçek te şudur: Star Tv’nin o zaman gazetesi yoktu. ATV’nin işe ‘Sabah’ gazetesi vardı. Gazetelerden birini arkamıza almamız gerektiğine inanıyordum. Sonra da Kanal D ve gazetesi ‘Hürriyet’. Üstelik Hürriyet’in ‘Televizyon Oskarları’nı da dağıttığını hesaba katarsak, ‘Kanal D’ kendiliğinden ‘cazip’ oluyor. ‘Kapitalizmin kuralları’ ve onların oyunları. Biz de bu oyunları ‘kurallarına göre oynuyorduk’. Güya sistem içinde; onların birbirinden program araklamaları suç olmuyor. Bizim birinden diğerine yasal geçişimiz, geride kalan patronlara ‘ihanet’ oluyordu. ‘Kanal D’de iken bir gece ‘Defne Samyeli’nin haberlerine çıktık. Defne’yle sohbette isim vermeden, ‘Bundan önce çalıştığımız bir kanalda, kanalın sahibi bize: “Tamam, televizyonları eleştiriyorsunuz ama benimkini karıştırmayın, eleştirmeyin” demişti. Ben de diretmiştim. ‘Önce kendi televizyonumuzu eleştirelim, sonra başka kanalları eleştirme hakkımız olsun’ diye. Kanal sahibi ‘hayır’ diye diretince, ben de: ‘Yapmıyorum o zaman programı’ demiştim. Patron baktı ki, gözüm kara; mecbur kaldı ‘peki’ dedi. Bütün bunları hiç isim vermeden konuşmuştum. Çok geçmeden; Defne kulağıma eğildi, “Cem Uzan canlı yayına bağlanmak istiyor” dedi. Derken bağlandı. Uzan şunları dedi: “Levent Kırca’nın az önce söz ettiği televizyon benimkiydi. İsim vermediği patron da bendim. O zamanlar kendisini anlamakta güçlük çekerdik. Ne var ki tamamiyle haklıydı. Levent Kırca bize televizyonculuğu öğretmiştir.” İnanılmaz bir yaklaşımdı. Çok ‘yiğit’ bir çıkıştı. Çalıştığım televizyonların patronları birbirinden iyiydi am, bu ‘Cem Uzan’ınki farklı bir delikanlılıktı. TEKRAR BAŞAUzan’ın kanalı Star’ı bırakıp, ATV’ye geçtiğimde ‘Uzan’ her türlü teklifimi kabul etmeye hazırdı. Söylemem yeterliydi. Ona o zaman çok acı çektirdiğimi iyi biliyorum. Bildiğim bir şey daha var ona, ‘özür’ borçlu olduğum.

Yazının Devamı

‘Sarhoşum Gel Beni Al’

Bir seyircim duygularını yazmış bırakmış. Ben de siz okurlarımla paylaşmak istedim. İşte Erol Kalaycı’nın 8 Temmuz 2015 günü Milliyet Blog’da yayınlanan yazısı:Levent Kırca 28 Eylül 1948 doğumlu, Vahi Öz, Ferhan Şensoy gibi Samsunlu.Kuşkusuz iyi bir ailenin, Cumhuriyet kurumlarının, Türk toplumuna kazandırdığı, entelektüel, kültür, sanat ve tiyatro insanı biri Levent Kırca.Ben siyasetin sağ yelpazesinde bir ailenin içinde büyümüş ve o kaderi aşmış biriyim. Hayatım boyunca da iyi bir sahne ve gösteri sanatları tüketicisi ve takipçisi olamadım. Hep ciddi konuların adamı olmaya çalıştım güya!Bu toplumun muhafazakar akımından etkilenmiş bireyi olarak, hayatımızı istila eden Levent Kırca, Kemal Sunal gerçeğine hep mesafeli, eleştirel, biraz kaba bularak baktım.Levent Kırca ve diğer kültür insanları, bana cevaplarını veremediğim sorular sordukça, içten içe kızar, öfkelenir, daha çok okurdum.Levent Kırca bir beyanatında ‘Gece 02:00-03:00 lere kadar okurdum ve kalkar Ankara’nın ışıkları sönmüş evlerini seyrederdim. Kendime ‘ Onlardan bir adım daha öndeyim’ derdim, demişti.Levent Kırca ya gerçek anlamda ilk defa orada hayranlık duymuştum. Levent Kırca, onca benim tepemin tasını attırırken, aslında toplumsal görevini yerine getirdiğini anlamıştım sonunda.Neden Levent Kırca’ya hayransınız, diye sorulduğunda...Entelektüel bir kişiliğin, kaçınılmaz olarak yaptığı işe katkısıyla, konusuna derinlemesine hakim, bilgiyi, olguyu kavrayıp, onu analiz etmek ve yeniden üreterek, toplumsal emeğe, insanlık mirasına bilimsel ve kültürel katkı sunarak, politik sanatı, toplumsal gerçekçilik anlayışı ile kışkırtıcı, estetik ve yaratıcı olarak temsil ettiği için diye cevaplayarak, hiçbir açıklama yapamayan insanlardan ‘Levent Kırca sayesinde’ diyerek, işte ben de bir adım öndeyim.Milenyumla, nedenlerini ve cevaplarını bildiğim, ruhlarımız ve duygularımızı iğfal eden, dayanılmaz fiziki, psikolojik, maddi, sistematik bir taciz ve baskıdan toplum geçirilirken, bireysel isyanım ve inancıma ilham oldu.Levent Kırca; gerçekçilik ahlakının erdeminden, çıkarlar için taviz vermeyen, herkesi; anlama çamuruna bulaşmadan, çelikten iradesiyle, büyük ve rafine bir toplumun hayranlığını kazandı.Levent Kırca’nın oyununu Trabzon’da izlemek istesem de nasip olmamıştı.İstanbul a taşınıp, yıllar sonra, toplumun öncü, aydınlık kesimlerinin, bilinçli, kararlı, dinamiklerin zorunlu kıldığı bir akılcılıkla, Anadolu’ya çıkarak, Kadıköy’ü bir tür karargâha çevirdiğini gördüm.Levent Kırca Tiyatrosu’nun Kadıköy’e taşındığını görünce, ailece oyununa gitmeyi düşünüp, yolda, kafede karşılaşır mıyız diye içimden geçirdim!Kadıköy’de lisede okuyan kızıma soruyor, ‘Sürekli görüyorum’ dedikçe, hem kıskanıyor hem de selamlaşıp konuşmadığı için çocuğa kızıyordum.3 Temmuz 2015 günü, odaTV de staj yapmak gibi daha ciddi işlerle meşgul güya, kızımı alıp Levent Kırca Tiyatrosu’nun “Dımdızlak” oyununa gittik. Oyunun ismindeki çıplak gerçekçiliğin yakıcılığı gibi, oyun da izleyiciyi tutuşturuyor.Levent Kırca; Ferhan Şensoy un, izleyicinin hayal ve düşüncesine sorumluluk yüklediği oyun içeriği anlayışını, daha kurgusal, ağır felsefi içeriği, teknik marifetle ve renk-lendirici alt kurgular ve sürprizlerle, akıcılığı, ilgiyi kontrolünün altında tutan bir anlayışla, oyuna yön veriyor. Cem Yılmaz; toplumun ürünü bireylerin akla ziyan davranışları, patolojik durumları, basit akıl ve mantık yürütememe, bireysel yabancılaşmanın, insanın bizatihi kendini tirajikomik hale getiren topluma, o karakterleri gösterilerinde anlatarak, toplumsal tartışılabilir eleştirisini oluştururken, Levent Kırca ‘toplumun bazına asılarak’ bu eleştiriyi gerçekleştiriyor.Buradan ‘Olacak O Kadar Televizyonu’ hayranlarına bir müjde olarak bildirmek isterim, programın sinema filmi versiyonu ‘Sarhoşum Gel Beni Al’ hayranlarının özlemini giderecek üst seviyede.Bu konuların cahili bir fakir olarak, tıraşı bırakıp, kızım Gece’yi niye kurgulayarak Levent Kırca’ya götürdüğümü açıklaya-yım.Kafamda çok önceden tasarladığım şeyi zorlayarak, dayatarak yaptırmanın yaratacağı direniş ve soğukluğa neden olmadan, Levent Kırca Tiyatrosu’nun ücretsiz drama, oyunculuk eğitimi verdiği kursa kızımın kaydını yaptırmaktı amacım. Oyun saatini beklerken vakit geçirip, Moda çay bahçesinde yürürken kızım Gece bana seslenerek, oyunun afişindeki ücretsiz tiyatro eğitimi ilanını gösterdi heyecanla.Ben de kızımın bu parlak fikrini desteklemek durumunda kaldım.Bir baba olarak bu eğitimi niye önemsiyorum?Oğlum futbolcu olsun, kızım oyuncu olsun, kestirmeden yolumuzu buluruz, rahat ederiz uçuk hayallerinden değil.Hayatta ve iş yaşamında çok işine yarayacak, oyun kurmayı, kalabalıklar ve insanlar karşısında hitabet kontrolünü, sesini kullanmayı, vücut dilini, karakterleri tahlil etmeyi ve taklit etmeyi, birçok şeyin yanında, en önemlisi, ahlakı, kardeşliği, eşitliği, özgürlüğü öğrensin istiyorum.Gelecekte kızım başarılı bir yönetici olursa, alacağı kararlarda, atacağı imzada, elini vicdanına koyup Levent Kırca’yı ve arkadaşlarını düşünüp iyi bir insan olsun istiyorum.

Yazının Devamı

Anamdan emdiğim süt

Toplumun DNA’sını bozuldu. Genel kalite düştükçe insanların kalitesi de düştü. Eğitim, kültür, güvensizlik toplumu bozuyor. Toplumun öğretici unsuru sanatta kalite düştü mü sonunu almak imkansızlaşıyor. İşte gülmek de böyle bir şey. “Gülmek” ayrıca in-san zekasını da gösteriyor. Çünkü insanla hayvanı da birbirinden “gülmek” ayırıyor. “Her şeye gülen” birinin ya da “hiçbir şeye gülmeyen” birinin sağlıksız olduğunu hemen anlarız. Demek ki gülmek için sağlık gerekiyor. İnsanların yaptıkları esprilerden, anlattıkları fıkralardan “zeka” ve “kültür” seviyelerini hemen anlarız. Kaliteye gülmek, kaliteliye gülmek; bizi yüceltir. Komedi filmleri yapılıyor. İnsanlar bu filmlere gidip gülüyorlar. Gülmek bir ihtiyaçtır. İnsan “daha iyisini” bulursa ona güler. Bulamazsa “bulduğuna” güler. Hiç şüphe yok ki, güldürü seviyesi kalitesiz ve düşük. Bu seviyeyi yükselteceğimize bu kalitesizlikten yararlanmaya çalışıyoruz. Bir anlamda güldürünün kökünü kazıyoruz. “Troll” yapıyoruz. Türkler temelde kaliteli güldürüyü verdiğin zaman bunu almasını bilen bir toplumdur. Mizah anlayışı orta oyununa, geleneksel Türk tiyatrosuna, kavuklulara, tuluatçılara dayanıyor. Arka planda Bektaşiler, dervişler, Nasrettin Hoca’lar, Aziz Nesin’ler vardır. Bugün ülkemizde “para gelsin de nasıl gelirse gelsin” düşüncesi hakim. Bir de kendini artist, şair, türkücü, nüktedan sanıyorlar. Yazarlığı da buna ekleyebilirim. Ucuza alışmış bu ucuzluktan gelir temin edenler... Kalitenin artmasını istemezler. Aksi takdirde işleri zorlaşacak, ayak uyduramayacakları için yaya kalacaklardır. Bu nedenle iyi örnekleri yok etme çabası içinde olurlar. Tarih böyle örneklerle dolu. Anlamadıkları halde birtakım mevkilerde oturanlar, anlayıp bilenleri yok etmişlerdir. Bu hem yeteneklerin, hem de toplumun “zararına” olmuştur. Türk popuna bakıyorsunuz, aynı. Sezen Aksu ve onun gibiler. “Bir şey söylemeyen şarkı sözleri” ve üzerimize sıvanmış arabesk. Komiklik yapmak mizah yapmak değildir. Bir komedi filmi çektim, kalitesi tartışılmaz. Filmi ortaya çıkarıncaya kadar anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Halkla buluştuğu zaman, patlamaya tanık olacaksınız. Halk iyiyi almasını bilir. Doğruyu bulunca da kötünün yüzüne bakmaz. “Korkunun ecele faydası yok” diyeyim. Kurban Bayramında yani Eylül’ün ikinci yarısında vizyona girecek bu iddialı filmin ismini yazarak yazıma son vereyim. Filmin adı “Sarhoşum Gel Beni Al”. Lütfen bu filme dikkat edin. Not: TRT’ye yıllar önce Olacak O Kadar programını çekip götürdüğümde “Bu ne saçmalık” derlerdi. Zorla, rica minnet yayınlatmıştım. Sonradan görüp anladılar ve mizahla tanıştılar. Bahsettiğim program Türkiye’deki televizyonlarda 25 yıl devam etti. Reyting kaybettiği için değil yasaklandığı için yayından kalktı. Son seçimlerden hemen sonra kanallardan telefonlar gelmeye başladı “Tekrar devam edelim mi?” diye. Nasrettin Hoca’nın bir hikayesiyle yanıt vereyim “Parayı veren düdüğü çalar.”

Yazının Devamı

Bir ‘geçmiş zaman’ hikayesi

Size anlatmaya çalışacağım hikayenin üzerinden bir hayli geçti. Gene de unutulmamasında fayda var. Büyük söz ustası ozan Arif Sağ beni telefonla aradı. Bir türkü yarışma programı çekecek, yetenekli gençleri seçecekler. “Seni de istiyorum beni yalnız bırakma” dedi. Jüri üyesi olacağız hesapta... Kendisini severim hem de çok. İkiletmeden kabul ettim. Arif abi, ben, 2 jüri üyesi daha... 4 kişi olacağız. Bildiğimiz Beyaz, programı takdim edecek ya da sunacak her neyse. Birkaç kez buluşup prova yaptık, herkesin görevi belirlendi. Gençlere yeteneklerine göre not vereceğiz. Her programda bir birinci seçilecek, sonra kendi aralarında çekişecekler. “En birinci” belirlenecek. Malum hikaye. Bende konumum itibariyle, sohbet edeceğim espriler yapacağım. Hoşluk olsun, komiklikler olsun diye varım anladığım kadarıyla. Ara sıra jüri üyeleriyle yalandan birbirimize gireceğiz. Yarışma programının ilk bölümü için stüdyodayız. Halkımız salonu hınca hınç doldurmuş. Yarışmacı gençler antrelerinde heyecanlı. Yayına girmek üzereyiz. Stüdyo şefi geri sayıma başlamış. Beş, dört... derken kayda giriyor. Önce Beyaz çıkıyor; smokinli, saçlar briyantinden ayna olmuş, ayakkabılar rugan. Girip durması gereken yerde çakılıyor. Salondaki lebalep seyirciden ortalama bir alkış alıyor. Birkaç espri denemesi yapıyor... eh Allah kabul etsin. Pek parlak değil. Arkasından ismimi anons ederek beni davet ediyor. İnanılmaz bir reaksiyon ve alkışla karşılıyor seyirci beni. Sanki taraftarın lehine bir gol kaydedilmiş gibi tezahürat var. Durum Beyaz’ı rahatsız ediyor. Kolay bir durum değil aslında. Birkez daha düşüyor suratı. Salondaki kalabalığa art arda espri yapıyorum. Halkı tanır ve dilinden anlarım. Kahkahalar salonun kubbesini çınlatıyor. Onlar gülüyor, ben patlatıyorum espriyi. Beyaz baktı ki, bu böyle sürüp gidecek, müdahale etti ve benimle diyaloğa girdi. Belli ki kötü bir gününde ya da hep kötü. Onun esprileri kötü benimkiler havai fişek gibi. Belli ki bu giriş sahnesinden puan toplayacağız. Beyaz öylesine mutsuz ki, alt dudağını ısırıyor şaşkın. Ben yerime geçtim. Sırasıyla diğer konuklar da aynı seremoniden geçerek yerlerini aldılar. O gün benim açımdan başarılı ve eğlenceli bir program olmuştu. Orada ne amaçla bulunuyorsam görevimi layıkıyla yerine getirmiştim. Ertesi hafta ikinci bölümün çekimleri için stüdyoya gittiğimde etrafta jüri üyelerini göremedim. Sorduğumda, “Beyaz Bey’in odasında toplantıdalarmış. Beyaz Bey benide odasına istiyormuş.” Vardım gittim huzura. Bay Beyaz sırayla oturtmuş üyeleri, Arif Sağ da içlerinde. Onlara konferans çekiyor. Arkası bana dönük, zira ayna karşısında giyiniyor.  

Şöyle diyor üyelere “Arkadaşlar geçen haftaki gibi öyle tek tek çağırıp sizi takdim etmeyeceğim. Daha çekim başlamadan siz kendiniz girip seyirciyi selamladıktan sonra yerinizi alacaksınız. Siz yerlerinizi aldıktan sonra kayıt başlayacak ve ben çıkacağım. Seyirciyle şakalaşacağım, espriler yapacağım. Sonra türkücüler çıkıp türkülerini söyleyecek. Siz sadece puan vereceksiniz. Espri falan yapmak yok. Yapılacaksa ben yaparım. Hepsi bu kadar. Toplantı bitmiştir.”  

Yazının Devamı

Sel gider kim kalır

İki iyi tanıdığım insan. Sümer Tilmeç ve Süleyman Demirel. Sümer’le çok çalıştık. Kaldı ki onu çocukluğundan bu yana tanırım. Birde abisi vardı. Ata Tilmaç. İki uzun, kocaman adamlar. Türkiye’de henüz özel televizyon kanalları yokken ve Türkiye TRT’ye mahkumken, neredeysem beni bulurlar “Ne yapalım abi. Ne dersin, bize yol göster” derlerdi. Benim yol gösterebilecek kadar iyi olduğumu da nereden çıkarıyorlardı. Dilim döndüğü kadar onlara projeler anlatırdım. Daha ben anlatırken başlardı katıla katıla gülmeye. Kısa aralıklarla hep görüştük, birlikte olduk. Önce abisi öldü, Sümer kaldı yadigar. “Gereği Düşünüldü” müzikalinde iki yıl kadar birlikte oynadık. Sempatik, güleryüzlü, şakacı bir tipti. Kahkaları ortalığı çınlatırdı. İki sene kadar da “Olacak O Kadar” programında birlikte oynadık. Uzun süre bir yerde durmayı sevmezdi. Bu nedenle kopar gider bir zaman sonra geri gelirdi. Tekrar çalışırdık. Müşterek hikayelerimiz Nasrettin Hoca hikayeleri gibi olmuştu. Hikayeye ilave yapmayı bir kısmın da uydurmayı çok severdi. Birlikte yaşadığımız şeyler, onun anlatımıyla değişir, tekrar kulağıma geldiğinde hiç duymadığım bambaşka bir hal alırdı. Ama o kadar komik ve güzel olurdu ki. Sorulduğunda başımı sallar, doğrulardım. Sn. Cem Yılmaz’ın senaryosunu araklayıp yeniden çektiği “Son” filminde, sinema hayranı bir belediye otobüsü şoförünü oynamıştı. Otobüsü hattan çıkarıp film setine getiriyordu. O kadar başarılıydı ki. O kadar iyi oynamıştı ki o yıl En İyi Erkek Yardımcı Oyuncu dalında 7. Sadri Alışık ödülünü almıştı ve bir çocuk gibi sevinmişti. Yanılmıyorsam sinemadaki ilk ödülüydü. Çok sempatik bir adamdı. Hem sinema hem de tiyatro seyircisi onu çok severdi. Bana telefon açıp “Abi sen tansiyon yükseldiği zaman ne ilaç alıyorsun” diye sorardı. Bende söylerdim. Tamam benimki de yüksek, bende aynı ilaçtan alayım der, kapardı. Bir süre ben ne ilaç aldıysam, o da onu aldı. Ya da bana öyle söyledi. Başımız sağolsun. Özleyeceğiz onu. 

SÜLEYMAN DEMİREL 

Yirmiyi yaşlarımdaydım onu tanıdığımda. Sürekli ülke yönetiminde ya başbakan ya cumhurbaşkanı olduğu için çok oynadım kendisini. Çok eleştirdim. Son derece katı hatta çok serttim ona karşı. Ben kendimi bildim bileli solcuydum. O ise sağ görüşlü bir yönetici. Bir noktada buluşmamız zaten mümkün değildi. Ne varki hiçbir zaman oynadıklarım ve ona karşı eleştirim nedeniyle ne bana dokundu ne de yasaklama getirdi. Dahası cumhurbaşkanıyken Tayyip Erdoğan’ın yasakladığı Olacak O Kadar programı için “Türkiye’nin gerçeklerini yansıttı ve ülke gündemine katkı sağladı” diyerek beni “devlet sanatçısı” yaptı. Birlikte bir önemli hikayemizi yinelemekte fayda görüyorum. Süleyman Bey başbakan. “Gereği Düşünüldü” isimli bir müzikal oynuyoruz. Yer yerinden oynuyor. İnanılmaz ilgi görüyor. Yenikapı’daki Hürriyet çadırında günde 3 bin 500 kişiye oynuyoruz. Sert bir kış, çok kar yağdı. Çadırın bir kısmı çöktü. Oyunlar durdu. Çadırı onarıp yeniden başlamam lazım. Ancak para gerekiyor. Kredileri de bankalar bu kadar kolay vermiyorlar. Hatta hiç vermiyorlar. Başbakan Süleyman Demirel’den randevu aldım. Kendisiyle Başbakanlık konutunda buluştuk. Durumu anlattım. “Yardımcı olunda bir bankadan kredi çekeyim” dedim. Dedi ki “Kredi çekersen ezilirsin, üzülürsün. Müsade edersen bu parayı sana ben ödeyeyim. Geri vermene de gerek yok.” Telefonu kaldırdı, Kalem-i Mahsus Müdürü’ne “Bana çek defterimi getir” dedi. Söz konusu paranın miktarı 1 trilyon civarında. Süleyman Bey’le karşılıklı oturuyoruz. Çaylarımızı yudumluyoruz ve çek defterinin gelmesini bekliyoruz. Dedim “Eğer darılmazsanız ben bu parayı sizden alamam.” “Neden?” dedi. “Ben sizinle aynı görüşte değilim. Üstelik böyle bir para sizi eleştirmem mani olur.” Bana “Bugüne kadar oynadın. Yerin dibine soktun beni, sana mani mi olduk? Al parayı git gene oyna” dedi. Nezaketine teşekkür ettim. Parayı almadan Başbakanlık konutunu terkettim. Kardeşi Hacı Ali Demirel’i arayıp bu davranışımdan ötürü bana hayran kaldığını belirtmiş. Daha sonraki yıllarda eşi Nazmiye Hanım’la gelip bütün oyunlarımızı izledi. Açtığım tiyatroların açılışlarını yapıp kurdelesini kesti. Farklı bir hoşgörüyi sahipti. Bayramlarda, seyranlarda arar; hatırımı sorardı. Birkaç kez hastalanıp hastalanıp hastaneye yattım. Beni ilk arayan o olurdu. Varın artık siz kıyaslayın. “Gelen gideni aratmıştır.” Allah rahmet eyleye. Yazının Devamı

Şaplak

Sevinmek istiyorduk. Sevinecek yer arıyorduk. Tak etmişti canımıza. İsyanlardaydık. Cumhuriyetimizle oynanıyordu, dinimizle. TSK ile, eğitim sistemi, özgürlükler ve bir yığın Divan-ı Harplik suç. Artık şaşkındık, artık ne olacağından bihaberdik. Tıpkı benim internette tıklanan “Demokrasi Apartmanı” gibi Tayyip de tepe- taklak oldu. Kim kazandı? Halk kazandı. Kazanırken de herkese verdi dersini. Ders alması gerekenler hâlâ mazeret beyan ediyor. Tayyip karalar bağlamış “kara saray”da oturuyor. Kurulacak koalisyon hükümetinde olmazsa Divan-ı Harp yolu açık. Ne var ki halk, hatta ben de oyumuzu CHP+MHP+HDP hükümet kursun diye verdik. Hiçbir partinin AKP ile koalisyon kurması için değil. Şu halde bile TC kurtuldu, şeriat yolu kapandı. “Başkanlık Sistemi” sizlere ömür, işte halkın şaplağı böyle olur. İnanın bana Türkiye direkten döndü. İş partilerin uyumuna kalmış, onlardan ne beklediğimizi biliyorlar. Uymayan, şaplağı yer ona göre. Gene bekleyeceğiz. 

İMAM ERİĞİ 

Yazının Devamı

Barış Manço ve tek sesli ‘üzünç’

Bugün malum siyasi yazı yazılamıyor. Bunu fırsat bilip sizinle bende hicran yarası olmuş bir konuyu paylaşmak istiyorum. Barış Manço yaşarken, çok olmasa da dostumdu. Birbirimizi sever, sayar, takdir ederdik. Oyunlarımı kaçırmaz, izler, tatlısıyla kulise geir beni kutlardı. Yaşarken birkaç kez makyajını yapıp onu oynamıştım. Şarkılarını söylemiştim. Mutlak arar, onu eleştirmiş bile olsam; kutlar teşekkür ederdi. Uzaktan da olsa, hukukumuz sürmüştür. Zaman geçti ve ölüm ayırdı onu bizlerden. Birgün oğullarına ciddi bir saygısızlık, haksızlık yapıldığını duydum. Daha doğrusu okuduğum gazetelerden Manço’lara karşı bir haksızlık yapılmıştı. Onlara bende sahip çıkmalı, bu haksızlığa karşı gelmeliydim. Bu benim duruşum, Olacak O Kadar’ın da çizgisiydi. Hemen kollarımı sıvadım, makyajını yaptım rahmetlinin. Her fırça darbesinde daha da belirginleşiyor, ortaya çıktıkça beni duygulandırıyordu. Olacak O Kadar’da önce Manço’nun erdemlerinden, yaptıklarından söz ettik. Ardından çocuklarına yapılan haksızlığı eleştirdik kıyasıya. Şimdi sessiz kalan çocuklarına, bir baba dostu olarak soruyorum: böyle miydi, değil miydi? 

Programda bir kuple kadarda Barış’ın şarkılarından birine pleybek yapmıştım. Program yayınlanıp bittiğinde Barış’ın beni alıştırdığı teşekkür telefonunu beklerken, beni mahkemeye verdiklerini duydum. Onları savunup, onlardan yana olduğum, durumu sert şekilde kınayıp eleştirdiğim halde beni nasıl hangi gerekçeyle mahkemeye vermişlerdi. Üzüldüm. Şüphesiz bu duruma rahmetlinin de kemikleri sızlardı. Mahkeme kağıdının altında Lale Manço’nun adını okudum. Beni mahkemeye o vermişti. Derdi “para” idi. Çocuklarını ve ailesini savunurken, okuduğum bir satır şarkının parasını istiyordu. Mahkemeyi kazandı Lale Manço. 40 bin TL para ödedim ve temyize gittim. Bu kez ben kazandım. Paramı geri aldım. Lale Manço yeniden mahkemeye gitti. Bende elimdeki 40 bin lirayı dava sonuçlanıncaya kadar bloke etmek zorunda kaldım. Ne demek bloke? Yani mahkeme sonlanıncaya kadar, bu parayı ben de kullanamıyorum, onlarda. Mahkemede sürüp gidiyor, henüz bir sonuç yok.  

Yazının Devamı

Bal tutan

Fatih Altaylı. Hani kaşınmıştın da beni aramış programa davet etmiştin. Kendi kanalında ikimiz baş başa Teke Tek. “Hatırladın mı?” diye sormuyorum. Biliyorum ki unutman mümkün değil. O programında bütün kirli çamaşırların ortaya dökülmüştü. Dönekliğin, yalakalığın, yandaşlığın tam olarak anlaşılmıştı. Kendi ağzınla “Ben yalakayım, yandaşım, aptalım, gerizekalıyım” diye tutturmuştun. En büyük şanssızlığın, bu karşılaşmamızın internette olması. Seyretmeyen kalmadı. Adeta Laurel ile Hardy, Karagöz ile Hacivat gibiydik. Aradan o kadar zaman geçmesine rağmen, insanlar beni çevirip “Abi sıkıldıkça tekrar tekrar izleyip duruyoruz. Allah eline diline zeval vermesin” diyor. Büyük söylemeyeyim de senin durumuna ben düşseydim, ya intihar etmiştim ya da memleketi terk etmiştim. O olaydan sonra zaman zaman yalpalayışlarını, deli danalar gibi sağa sola saldırışlarını, hâlâ gereken dersi almadığını, yalanı bırakmadığını daha da önemlisi o azıcık zekanla hâlâ saldırgan üslubunu değiştirmediğini şaşkınlıkla izliyorum. Geçenlerde bir röportajını okudum, çok aptalcaydı. Sen, “Ben aptalım, salağım” dediğin için bu kelimeyi kullanıyorum. Keşke beni mahkemeye versen de ikimizi tekrar buluşturup gündeme getirsek. Hiç şüphesiz gene izlenme rekorları kırarız. Lafı Ruhat Mengi’ye yaptığın terbiyesizliğe, hakarete getirmek istiyorum. Belli ki, o konuda da dersini çok iyi çalışmamışsın. Ruhat sana karşı dava kazandığı, tazminat aldığı için senden... Deli danalar gibi sonunu hesaplamadan saldırıyorsun ona. Böyle durumlarda “yazar”ı okurunun sahiplenip koruması gerekir. Ruhat Mengi son derece akışkan üslubuyla, Türkçeyi güzel kullanışıyla kendini okutmasını bilen bir yazardır. Dönek değildir. Yalaka hiç değildir. Çağdaş, sözünü esirgemeyen, Atatürkçü kimliğini gizlemeyen, her daim aynı çizgide bir yazardır. Kimse kimseyi bir başkasının hatırına okuyup izlemez. Tamamiyle yanlış bir saldırı seninkisi. Ben senin yerinde olsam, mazime bir bakıp (en azından benimle yaptığın programa) dilimi bir tarafıma sokar, otururdum. Kırk bin lira maaş alıyormuşsun. Akıllı bir b.k olsan ülkenin durumuna bakar, susardın. Ama zaten aptal olduğunu sen söylüyorsun. Hangi “yeti”ne karşı ödüyorlar bu parayı sana. Yandaşlığına ve yalakalığına ödeniyor bu para. Ben olsam sana tiyatroda bilet bile kestirmem. Kucak kucağa oturtursun seyircileri. Erkek ve genç müşterilerle ayrıca ilgilenirsin. (Aç bana bir mahkeme gözünü seveyim)  

Ruhat seni düelloya davet etmiş. Bence gitme. Seni yerden yere vurur. Donanımlıdır. İyi eğitim almıştır. ODTÜ’yü ODTÜ’nün en iyi zamanında bitirmiştir. Soylu bir aileden gelmektedir. Evet, sen de Galatasaraylısın ama okurken .... Fatih derlerdi sana, yalan mı? 

Yazının Devamı

Bana açılan dördüncü dava

Peki kim açtı bu davaları? Aslında tahmin etmek zor değil. Hadi televizyonlardaki yarışma programlarındaki gibi yarışma yapmayalım da söyleyelim. Bu dört davayı, bana yılmadan, bıkmadan, usanmadan dava açan Tayyip Erdoğan açtı. Acaba rekor bende mi? Yoksa sanatçı olarak benim gibi birisi daha var mı? Doğrusunu isterseniz bunu merak ediyorum. Öte yandan da gurur duyuyorum. Onurlanıyorum ne yalan söyleyeyim. Davalar arttıkça keyfim de artıyor. Azimliyim. Bu davaları 6’ya, hatta 10’a çıkartmak azmindeyim. Bu vesileyle Guinness rekorlar kitabına girmeyi hedefliyorum. Tayyip Erdoğan’ın bana açtığı bu 4 dava şöyle sıralanıyor. İkisi başbakanlığı sırasında... Diğer ikisi de Cumhurbaşkanlığı... İlk davasını “Beni ölümle tehdit ediyor” diye açmıştı. Televizyonda izledim. Kürsüsünden bana verip veriştiriyordu. Üstelik lütfedip ismimi de zikretmiyordu. “Bir sanatçı” diyor, sonra devam ediyor; “Bunlar işte böyle sanatçı” diyor. Londra’da almış mikrofonu, “Sen kendini Adnan Menderes’le özdeşleştiriyorsun. Dikkat et sonun Menderes gibi olmasın” diyor. Menderes’i astıkları için hemen aklına asmak, asılmak geliyor. Belki de aklından hiç çıkmıyor bu. Gene bana kürsüden veriyor, veriştiriyor. “Seninle hukuk yoluyla hesaplaşacağız” diyor. Ve beni mahkemeye veriyor. Davanın adı “Beni ölümle tehdit etti Bodrum’da” Şimdi sattığım yazlık evimi polis sarıyor. Savcılığa ifade vermeye gidiyoruz. Savcı genç bir hanım. Götüren polisler de savcı da çok saygı gösteriyorlar bana. “Seninle büyüdük” diyorlar. Savcı hanım gene soruyor. Tayyip Erdoğan size dava açmış. Onu ölümle tehdit ettiğinizi söylüyor. Soruyor; “Öldürmeyi düşünüyor musun? diye. “Hayır” diyorum.“Öldürmeyecem, rahatına baksın.” Daha sonra hakim takipsizlik kararı veriyor ve dava düşüyor. Sonraki davaları size yazıp paylaşmıştım. Yakın tarihtekini bir daha paylaşalım. Uşak turnesinde polis oteli sarıyor. Beni alıp önce hastaneye, oradan sağlık raporu aldıktan sonra savcılığa gidiyoruz. Polisler de, hastanedeki doktorlar da bana çok saygılı davranıyor. Resimler çektiriyoruz. Hepsi programlarımdan, oyunlarımdan sahneler anlatıyor, “Seninle büyüdük” diyorlar. Uşak’ta savcı soruyor. Başbakan’ın “Gençler camiye ayakkabıyla girdi, içki içti. Uyuşturucu kullandılar, fuhuş yaptılar, demesine karşılık siz, ‘Yalan söylüyor, uyduruyor’ demişsiniz. Doğru mu?” diye soruyor.“Doğru” cevabını alıyor. Gençler camiye ayakkabılarıyla girmedi. Camide içki içmediler. Hele fuhuş hiç yapmadılar. Orada, yani camide yaralı arkadaşlarına yardım edebilmek için sığınmışlar. Başbakan sadece uydurmuyor, iftira atıyor. Dava devam ediyor. Dava hakkındaki gelişmeleri sizinle yeri geldikçe illa ki paylaşacağım.  

ÜSTÜNE ALINMIŞ  

Yazının Devamı

Yalan rüzgârı

Bunlar iktidara geldiğinde ben karalar bağlamıştım. Zira ne olacağını; ülkenin, sanatın, sanatçının ne duruma geleceğini biliyordum. Bilmeseydim ‘bunun’ belediye başkanlığı sırasında 25 yıl önce oynadığım ‘Demokrasi Apartmanı’ günümüzde milyonların tıkladığı bir skeç haline gelir miydi? Başkalarının tabiriyle, o günden bugünü gördük. Aslında görünüyordu, herkes görüyordu. Sadece görmek istemiyorlardı. Oysa çok açıktı. Para karşılığı dönenler ya da bir şeyler kaybetmekten korkanlar da dönünce çoğaldılar. Bunlar iktidara geldiğinde Bodrum’da yazlıktaydım. Komşularım Mehmet-Canan Barlas vb. insanlardı. Hiç unutmuyorum, onlar da benim kadar endişeli ve üzgündü. ‘Tüh’ sesleri yükseliyordu semaya... ‘Belki öyle değildir, belki böyle değildir’ diye kendilerini ve çevrelerini avutmaya çalışıyorlardı. Uzun vadedeki ‘yandaşlık’ hesapları henüz hissedilmiyordu. Bu örneğin bana yakın olması, onları etüt etmemde yardımcı oldu bana... Ben yasaklandıkça, onlar serbestlendiler. Ben fakirleştikçe, onlar zenginleştiler. Ben sıkıldıkça, onlar ferahladılar. 

CUMHURİYETİ YOK ETMEK 

Yazının Devamı

Ağlamaya ‘mecalim’ yok

Gel de Zeki Alasya’dan söz etme. Birer ikişer gidiyoruz işte. Müjdat Gezen bir hafta kadar önce arayıp Zeki’nin karaciğer kanseri olduğunu, ağır olduğunu ağlayarak söyledi. Karşılıklı ağlaştık. Bir hafta sonra da ölüm haberini duydum. Hepimiz öleceğiz şüphesiz ama ölüm Zeki’ye hiç yakışmadı. Haberi duyduktan 2 saat sonra oyuna çıktım. Hep dilimin ucunda, hep içimdeydi. Denk getirip de nerede nasıl söyleyecektim. Daha da önemlisi dilim varmıyordu. Her insan ölür, ölecek. Hep söylerim önemli olan arkası, sonrası. Bilen bilmeyen her zamanki gibi elbette konuşacak, ahkamlar kesilecek. Öldüğünü duyduğumuzda bir arkadaşım “Elbette canım” dedi, “Bu kadar gece gündüz içerse olacağı budur.”. Zeki’yi tanımıyordu, sadece sinemadan, basından filan. Ama tanıyormuş gibi konuşuyordu, bilip bilmeden. Zeki’nin hiçbir kötü alışkanlığı yoktu. İçki içmezdi, sigara kullanmazdı. İçen Metin idi. O da onun bileceği işti. Her şey bir yana, Zeki iyi ve güzel bir insandı. Kalbi iyiydi. Onun da dahil olduğu Devekuşu Kabare Tiyatrosu, bir dönem Türk tiyatrosunda çok önemli bir soluktu. Bir efsaneydi. Bir daha da yapılamadı. Birisi için “İyi adamdı” diyebilmek, çok önemli. Çünkü bu vasıfta fazla kimse yok. Haksızlığa tahammül edemez. Eski yeni “solcu”, Cumhuriyet sever ve Atatürkçü idi. Bu nedenle başı çok ağrıdı. Seçim arifesi olduğu için siyasiler onu da Kayahan gibi kullanacak. Önünde saf tutacaklar. 

Her zaman söylüyorum. Bir elin parmakları kadar az sayıdayız. Sanata, sanatçıya bir şey yapacaksanız, sağlığında yapacaksınız. Öldükten sonra tepesine dikilmek kolay.  

Yazının Devamı

Ne biçim iş yahu!

Sigaraları içerler sokakta, izmaritleri de yerlere atarlar. Anlamakta güçlük çekiyorum. Bir zamandır Kadıköy’deyim. Seviyorum burasını. Tiyatrom burada, evim de. Bir de buldog köpeğim var. Erken saatte, sabahları onu işetmeye çıkarıyorum. Cebimizde poşetler, kakayı torbaya alıp ters yüz edip atıyoruz çöpe. Herkes öyle yapıyor. O saatlerde belediye çöpleri toplayıp, yolları süpürüp yıkıyor. Temizlik hizmetinde çalışan o güzel insanlar, yerleri adeta sabunlu sularla silip pırıl pırıl yapıyorlar Bahariye’yi. Bütün bu insanlarla selamlaşıp, hatırlaştıktan hatta kendilerine teşekkür ettikten sonra işyerleri kepenk açıyor. Entel dantel insanlar etrafı sarıyorlar. Deri çantalar, güzel bayanlar, yakışıklı beyler istila ediyor ortalığı. Giyim kuşam şahane. Sanki moda mecmualarından fırlamışlar. Etrafı parfüm kokuları sarıyor. Bu entelektüel kalabalıkla birlikte az önce emekçiler tarafından tertemiz edilen canım yollar sigara izmaritleriyle doluyor. Hepsi bir biçimde fırlatıp atıyor. İzmarit yağıyor gökten. Gözlerinin içine baka baka topluyorum izmaritleri. Ama anlayana rastlamıyorum. Ne kadar ayıp, ne kadar utanç verici. Görgüsüzlük, başka bir şey değil. Bu duruma üzülüyorum. Birkez daha hatırlatıyorum; sizin izmaritlerinizle kirlettiğiniz bir ortamda yaşamak istemiyoruz. İnsan, giyim kuşamla insan olmuyor. Beyinle, kafanın içiyle oluyor. Takdir sizin. Anlaşılan ben daha çok izmarit toplayacağım bu ülkede.  

Profesör Orhan Kural’ın dayak yemesine şaşmamak lazım. 

Yazının Devamı

Merhumu nasıl bilirdiniz?

Gerçekten de geriye sadece insanlık kalıyor. İyilik elbette ki göreceli ama gene de ölçülemez değil. İyilik yapmadan karşılığını beklemek de anlamsız. İyi, olgun, erdem sahibi insanlara ihtiyacımız var. İyiler az da olsa onlara ihtiyacımız var. Sadece örnek olabilmek ve DNA’sından yararlanabilmek için iyilere ihtiyaç var. Teşhir etmek için, onları unutturmamak için, “İşte bakın bu iyi” demek için bile nesli tükenmemeli iyinin. O az sayıda iyiler için hayat yaşanmaya değiyor. Bir insan için “İyidir, çok iyidir” diyebilmek ne kadar önemli. Yani gönül kırmamak. Yoksa neden sorulsun “Merhumu nasıl bilirdiniz” diye? Usulen de olsa insanlar “İyidir” diye bağırsınlar. İktidar hırsı, para hırsı, mevki hırsı sarmış insanların benliğini... Bir skeç yazmıştım Olacak O Kadar’da. Ölmüş bir babanın mezarı başında ailesi ağlaşıyor: “Babacığım sayende gül gibi refah içinde yaşıyoruz. Bize bıraktığın nakdi faize koyduk. Getirisi ihya etti hepimizi. Gayrimenkullerin bir kısmını sattık yedik. Kalanları kardeşler bölüştük. Kimimiz kiraya veriyoruz mülkümüzü, kimimiz kendi oturuyor. Nurlar içinde otur inşallah. İyi ki zimmetine para geçirmişsin. İyi ki rüşvet almışsın. İyi ki ihaleye fesat karıştırmışsın. Sen işini bildiğin için biz rahatız şimdi. Sana rahmet olsun inşallah.” Hemen yanı başındaki mezarın başında ailesi yakınıyor: “İyiydin, namusluydun ne oldu? Harama uçkur çözmedin, yemedin haramı ne oldu? Biz ne yiyeceğiz şimdi ha? Birazcık yeseydin, birazcık zimmet yapsaydın, az da olsa karıştırsaydın şu fesadı, başımızı sokacak bir evimiz olurdu. Kirada sürünmezdik. Sen namusluydun iyi de biz namussuz olmak zorundayız yaşayabilmek için... Senin yüzünden! ‘Nur içinde yat’ demeye dilim varmıyor. İster yat ister kalk. Bir daha da Davos’a gelirsek, pardon mezarına gelirsek iki olsun.

YERSEN

Yazının Devamı

Özgür olmak

Önümüzde seçimler var. Ne ekeceksek onu biçeceğiz. Bırakın “Ben vermedim, sen vermedin peki kim verdi bunlara” diye yakınmayı. Oyunuzu verin, ona sahip çıkın. Beğenmediğiniz gitsin, istediğiniz gelsin. Türkiye için en uygun yönetim biçimi cumhuriyettir. Dünyaya bir bakınız. Rejimlerin çoğu çöktü. Atatürk, en uygun rejimi seçmiş bizim için. Bu saatten sonra kadınları yok saymak, örtmek, fikirlerini almamak, sokağa çıkmalarına engel olmak, ona hayatı zindan etmek, ikinci sınıf muamelesi yapmak bize yakışmaz. Pederşahi, yani feodalizm yani Osmanlı’ya dönmek yani geri dönmek, buna heves bile etmek yanlış. Geriyle işimiz yok, işimiz ileri gitmek. Kadınımızla, çocuğumuzla, yaşlımız gencimizle olabildiğince çağdaş yaşamak. Özgür olmak. 

NEREYE GİDİYORUZ 

Yazının Devamı

Kayahan

Hülya Avşar’ı bu kez reklamlarda kızıyla birlikte arz-ı endam ederken görüyoruz. Cumhuriyet karşıtlarının ödüllendirildiğine bir kez daha tanık oluyoruz. Hülya’nın reklamının hemen ardından İş Bankası reklamı giriyor devreye. Cem Yılmaz’ın bu kötü reklamını izlerken Gezi eylemlerinin ardından koşa koşa evine gidip attığı tivitleri nasıl da sildiğini hatırlıyorum. Yenilir yutulur bir davranış değil. Atatürk’ün bankası artık Atatürkçü değil hatta partisi de öyle. Dönekler oynuyor reklamlarında. Atatürk’ün kemikleri sızlar mı bilmiyorum ama benim her yanım sızlıyor. Ziraat Bankası’nın önünden nasıl da kaldırdılar TC’yi. Şimdilik oradan buradan kaldırıyorlar. Sonunda hepten yok edecekler. Ben Atatürk’ü seviyorum farklı buluyorum. Bütün dünyanın örnek aldığı, önünde eğildiği bu liderin ben de eğiliyorum önünde. Elbette Türk ordusu yok edilmedikçe, insanlar dönek olup yandaşlaşmadıkça TC yok edilemezdi. Maşallah nelerimiz varmış. “Yanardöner” Sezen Aksu ile başladı ve sürdü gitti. Dönen sadece dönmüyor, köşeyi de dönüyor. Atatürkçüler, birer ikişer sattılar onu... Bir tek ben bile kalsam sevmeye devam edeceğim onu ve ilkelerini... 

BİR BEBEK 

Yazının Devamı

Sıra bizde

Berber dükkanında film çekiyoruz. Komik mi komik. Gülmek isteyenlere ilaç gibi gelecek. Bu haftaki yazıyı da oradan yazıyorum. Filmin tamamlanmasına yaklaşık bir hafta var. Ağustos ayında vizyona girecek. Öğrenciler seyirci sayısı üzerine tahmin toto oynuyorlar. Ben 2 milyon diyorum. Yapımcımın eşi Sema Hanım yedi milyon diyor. Ben yılda 3 film çekeceğim. Amacım gülmecede sadece parayı bulmak değil. Çıtayı yükseltmek. Nasıl ki Olacak O Kadar programında güldürü adres değiştirdiyse bu kez de öyle olması için gayret sarfedeceğim. Ne yalan söyleyeyim bunun için çok özen gösteriyorum. 

Öğrencilerim filmde harikalar yaratıyor. Belli ki sinema yeni yüzler kazanacak. İki başarılı oyuncu harikalar yaratıyor. Yasemin Balık ve Neslihan... Piyasada benden feyz almış pekçok oyuncu var. Umuyorum ki bunlar da öyle olacak. “Hep aynı yüzler” sistemini yıkıyoruz galiba. Film, sarhoşun maceralarından oluşan bir absürt komedi. Adı “Sarhoşum Gel Beni Al”. Afişini bugüne kadar filmlerimin afişini yapan değerli dostum Kamil Çakmak yapıyor. Müzikler, değerli dostum Sarper Özsan’ın. 

Yazının Devamı